ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI
SAYIN MESUT YILMAZ'IN TBMM GRUP KONUŞMASI
 
26 Ekim 1999

Değerli arkadaşlarım, hepinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta içerisinde maalesef iki üzücü olay yaşadık. Mardin Milletvekilimiz, değerli arkadaşımız Ömer Ertaş, bir trafik kazası geçirdi, ağır yaralandı. Allah'a şükür ki şu anda hayatî tehlikeyi atlattı ve inşallah bir iki hafta içerisinde yine bizlerle beraber olacak.

Ben, aynı kazada hayatını kaybeden 1983 yılından beri Kızıltepe'de Anavatan Partisinin yöneticiliğini yapmış olan Mecit Ertaş arkadaşıma Allah'tan rahmet diliyorum.

Gene geçen hafta perşembe günü Türkiye bir büyük olayla çalkalandı. Bir suikast olayı, bütün Türkiye'yi sarsan bir olay yaşadık. Ben, bu alçakça suikast sonunda hayatını kaybeden Ahmet Taner Kışlalı'ya da Allah'tan rahmet diliyorum. Ailesine de, basın camiamıza da başsağlığı diliyorum.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin ortamını değiştiren, Türkiye'de birdenbire büyük bir gerilimin yaşanmasına neden olan bu olayı doğru tahlil etmemiz lazım. Bu olayın hedefini, yani hedef aldığı insanı ve zamanlamasını doğru analiz etmemiz lazım. Bu suikastın hedef aldığı kişi, aslında bilim adamı olarak, siyaset adamı olarak, basın mensubu olarak hizmet etmiş olan değerli bir insandır, ılımlı bir kişidir. Birleştirici, barışçı bir kişidir, demokrat bir kişidir. Böyle bir insana yönelik, böyle alçakça bir suikastın yapılması için ortada hiçbir mantıkî neden yoktur. Onun için, zannediyorum bu konuyla ilgili görüş belirten pek çok kişi gibi, benim de düşüncem, merhum Ahmet Taner Kışlalı'nın, aslında Türkiye'ye yönelmiş bir komplonun günahsız kurbanın olduğudur. Bu suikast, Ahmet Taner Kışlalı'ya yönelik değildir. Bu suikast, doğrudan doğruya Türkiye'ye yöneliktir. Türkiye'nin huzuruna, istikrarına yöneliktir. Belki rejime yöneliktir.

Bunu doğrulayan başka bir şey daha var; bu cinayet ne zaman yapılmıştır? Üç hafta sonra Türkiye'ye önemli bir ziyaret yapılacak; Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanı Türkiye'yi resmen ziyaret edecek. Hemen arkasından, Türkiye, yüzyılın son büyük uluslararası toplantısına ev sahipliği yapacak, dünyanın en büyük insan hakları platformu olan AGİT zirvesi, Türkiye'de-İstanbul'da toplanacak. 50 küsur ülkenin devlet ve hükümet başkanları Türkiye'ye gelecekler. Türkiye, bütün dünyanın ilgi odağı bir ülke konumuna gelecek. Bu cinayet, böyle bir toplantının öncesinde yapılıyor. O toplantının arkasından, aralık ayında Avrupa Birliğinin Helsinki'de Zirve Toplantısı yapılacak. Avrupa Birliği Komisyonu, o zirve toplantısına sunduğu raporda, ilk defa olarak Türkiye'nin tam üyelik adaylığının onaylanmasını önermiştir. Yani, Türkiye için yeni bir dönemin başlayacağı, Avrupa Birliği ile ilişkilerinde aslında iki yıllık rötarlı da olsa, yeni önemli bir dönemin başlayacağı bir toplantı söz konusudur. Bu cinayet, bu toplantı öncesinde yapılıyor.

Peki, Türkiye'nin içine baktığınız zaman, Türkiye'de uzun bir aradan sonra önemli Anayasa değişikliklerini bile kendi içinde geniş bir uzlaşma ile gerçekleştirmiş, çok kısa zamanda çok önemli yasaları çıkarmış bir Meclis vardır. Türkiye'de konjonktürün de yardımıyla insan hakları alanında, demokratikleşme alanında, hukuk devleti alanında yeni atılımlar yapmak için hazırlıklarını tamamlamış, bu konuyu programına almış, ilk defa ciddî,somut adımlar atmaya kararlı ve buna muktedir bir hükümet işbaşındadır. Bu cinayet, hepsi olumlu giden bu olayları tersine döndürmeye yöneliktir. Türkiye'nin rotasını çevirmeye yöneliktir.

Bu vesileyle bir şey daha ifade etmek istiyorum. Gerek bu cinayet öncesinde gerekse hemen sonrasında bazı gazetelerde, aşırı sağcı bazı gazetelerde yer alan yayınlar, esef vericidir. İnsanlık adına utandırıcıdır. Ama, onun kadar esef verici olan başka bir hadise, Ahmet Taner Kışlalı'nın cenazesini vesile edinerek, camilerin nümayiş yeri haline dönüştürülmesidir. (Alkışlar)

Bunu yapanların ikisi de, yani Ahmet Taner Kışlalı'yı hedef gösterenler de, öldürüldükten sonra bile onu militan olarak tavsif edenler de, ama aynı zamanda kendi ailesini bile isyan ettirecek şekilde onun cenazesini kullanıp kendilerine siyasî nümayiş yaptıranlar da, Türkiye'nin esenliğini istemeyenlerdir, Türkiye'nin huzurunu istemeyenlerdir, Türkiye'de bir büyük uzlaşmanın yaşanmasına tahammülü olmayanlardır. Kısacası Türkiye'nin, daha demokratik, daha huzurlu bir ülke olmasını istemeyenlerdir.

Değerli arkadaşlarım, siyasî cinayetler nerede işlenirse işlensin, ne zaman işlenirse işlensin, hep şu amaca yöneliktir: Ülkede bir karışıklık yaratmak, ülkeyi germek, ülkenin gündemini değiştirmek. Bu yöntem, Türkiye'de geçmişte çok işlemiştir, çok kullanılmıştır. Hafifçe bir defa daha ifade ediyorum ki, Kışlalı cinayeti, Türkiye'nin özgürlüklere dayalı çoğulcu demokrasi arayışlarına karşı, daha fazla demokrasi, daha fazla insan hakları, daha fazla hukuk devleti çabalarına karşı girişilmiş siyasî bir sabotajdır. Ama inanıyorum ki, bunca tecrübeden sonra milletimiz bu girişimi akamete uğratacaktır. Bu oyun, geçmişte olduğu gibi, hedefine ulaşamayacaktır.

Değerli arkadaşlarım, Kışlalı cinayeti karşısında toplum olarak, siyasî partiler olarak, kurumlar olarak ve nihayet devletin organları olarak soğukkanlı ve bilinçli bir tutum takınmamız şarttır. Toplumun düşmanlık duygularına esir edilmemesi için, medyamıza da büyük görev düşmektedir; ama, elbette ki en önemli görev devletindir.

Cinayeti kimin, kimlerin işlediği son derece önemlidir. Devletin istihbarat ve güvenlik birimleri, maşa konumundaki katilleri mutlaka ortaya çıkarmalıdırlar. Eğer korktuğumuz gibi, bu cinayet bir tertibin başlangıcı ise, bundan sonraki cinayetlerin başlangıcı ise, bu oyunu bozmanın en etkin, en kestirme yolu, maşa konumundaki faillerini bulup ortaya çıkarmaktır. Ama burada devlet açısından duyarlılık gerektiren bir başka nokta daha var: Türkiye'de devlet, geçmişte bu tür siyasî cinayetler konusunda maalesef iyi bir sınav verememiştir, hatta çok kötü bir sınav vermiştir. Bizden önceki hükümetler döneminde işlenen siyasî cinayetlerin büyük çoğunluğu faili meçhul kalmıştır.

Aslında, bir cinayetin, hem de ülkeyi sarsmaya, ülkenin rotasını değiştirmeye yönelik bir siyasî cinayetin faillerinin bulunamaması halinde, devlet otomatikman kusurludur. Ama, Türkiye'de buna ilave devlet için bir başka tehlike daha vardır: Bu tür cinayetlerin faillerinin bulunamaması halinde, bunun gölgesi devletin üzerine düşmektedir. Devlet, âdeta zan altına girmektedir.İşte, hem görevini yapmış olmak için hem bu zandan kurtulmak için bu olayın failleri mutlaka bulunmalıdır.

Eğer bu cinayet, birtakım dış güçlerin, dış güçlerle bağlantılı kişilerin eseri ise, onları bulup ortaya çıkarmak devletin görevidir; ama, eğer bu cinayeti içeride birtakım örgütler, içeride birtakım kişiler işlediyse, bunları ortaya çıkarmak gene devletin görevidir. Ve nihayet, bu cinayetle ilgili odaklar, kişiler şu veya bu şekilde devletle iltisaklı ise, bunları ayıklamak da devletin en öncelikli görevidir. Devletin bu tür siyasî cinayetleri, toplumda büyük yankı uyandıran bu tür siyasî cinayetleri aydınlatamaması, halkın devlete, hukuk devletine olan güvenini zedeler. Bu tür her olaydan sonra, insanlar,kendi geleceklerine ilişkin umutsuzluğa kapılırlar. Bugün devletin en yüksek savcısının, Yargıtay Başsavcısı Sayın Vural Savaş'ın açıklamalarında da, bunun izlerini görmek mümkündür. Devletin zihinlerdeki kuşkulara doyurucu cevaplar verememesi, olayları çözememesi, somut neticeler ortaya koyamaması, zamanla toplumda moral bozukluğuna, umutsuzluğa dönüşür.

Halkın devlete güveninin sarsılması meselesiyle, sadece rahmetli Kışlalı türü siyasî cinayetler vesilesiyle değil, Türkiye geçmişte çete olayları, mafya olayları vesilesiyle de karşılaşmıştır. Hepinizin yakından bildiği gibi, hatırlayacağınız gibi, bizim hükümetimiz döneminde devletin bu meseleyle ilgili ısrarlı takibi ve çabaları sonucunda, Türkiye çetelerle mücadelede çok ciddî mesafe almıştır. Bütün çete liderleri yakalanıp adalete teslim edilmişlerdir. Şimdi Türkiye, siyasî cinayetler konusunda da aynı ısrarlı gayretlere, ciddî mesafeler almamızı sağlayacak çabalara muhtaçtır. Hükümet bu meseleyi, en önemli önceliği olarak görmektedir. Bunu bir parti meselesi, bir hükümet meselesi olarak değil, bir devlet meselesi olarak benimsemek durumundadır.

Değerli arkadaşlarım, bu işin söylendiği kadar kolay olmadığını en iyi bilenlerden birisi benim. Devletin kurumlarındaki yetersizlikler nedeniyle bu tür olaylarda halkın beklentisine cevap verecek sonuçları almasının ne kadar büyük çaba gerektirdiğini, ne kadar büyük kararlılık gerektirdiğini, sonuç almanın ne kadar zor olduğunu en iyi bilenlerden birisi benim. Bu meşakkatli ve aynı zamanda yıpratıcı bir süreçtir. Sırf hukuk devletini sağlamak için mücadele ettiğiniz insanlar, sizi en büyük düşmanları ilan ederler, sizi yıpratmak için her türlü yalana, her türlü tezgâha başvururlar. Ama, Türkiye'yi ulaştırmak istediğimiz hedefe varabilmek için, bu sorunu aşmamız da şarttır. Aksi takdirde, Türkiye öyle bir kısır döngü yaşamaktadır ki, bu kısır döngü, bizi döndürüp bugün bulunduğumuz yere değil, daha gerilere, bugün artık unutmak istediğimiz noktalara götürebilir.

Bu cinayetin failleri içeride olabilir, dışarıda olabilir, sağda olabilir, solda olabilir; hiçbiri fark etmez. Nerede olurlarsa olsunlar, kim olurlarsa olsunlar, bunlar mutlaka tespit ve teşhir edilmelidir.

Bakınız, Türkiye'de son zamanlarda demokrasi, hak ve özgürlükler ve buna dayalı olarak hukuk devleti esasında devletin yeniden yapılanması gibi konularda büyük bir konsensüs oluşmuştu. Sıra icraat aşamasına gelmişti ve icraat konusunda da Hükümetin ciddî hazırlıkları vardı. Kışlalı cinayeti, bir anda bu olumlu gidişi tersine çevirmese bile, en azından ona gölge düşürmüştür.

Peki, Türkiye'nin gündeminin bu şekilde değişmesinden, acaba kimin yararı vardır? Kim Türkiye'nin daha demokrat, kim Türkiye'nin daha aydınlık, kim Türkiye'nin insan haklarına daha saygılı bir hukuk devleti olmasına karşı çıkar? Açıkça ifade ediyorum ki, bunu istemeyenler, Türkiye'nin daha fazla demokratikleşmesinin kendilerini hesap vermeye zorlayacağını düşünen, daha demokrat bir Türkiye'de güçlerini yitireceklerini düşünen çevrelerdir.

Türkiye, bugün geldiğimiz noktada, cumhuriyetin 76 ncı yılında, üçüncü bin yıla girerken, 2000 yılına sadece iki ay kalmışken, artık karanlık birtakım güç ve odakların karanlık girişimleriyle yönü değiştirilip tayin edilen bir ülke olmaktan kurtarılmalıdır. Devletin ve ülkenin bu cinayetler yüzünden üstüne çöken karanlıktan kurtulması, ancak daha fazla demokrasiyle mümkündür. Karşılaştığımız bütün sorunlar gibi, karanlık cinayetlerin aydınlatılması ve terörün hedefine ulaşmasının önlenmesi de, demokraside daha ileriye gitmekle ancak sağlanabilir. Velhasıl, çözüm demokrasidir; çözüm, şeffaflıktır. Devletin tüm kurumlarıyla hukuk devleti ilkeleri çerçevesinde daha iyi işleyen yeni bir yapıya kavuşmasıdır.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'de Yargıtay Başsavcısının da ifade ettiği gibi, terörle mücadele alanında, bu tür olayların önlenmesi, bunların faillerinin yakalanması için, aslında gelişmiş ülkelerde de uygulanan birtakım hukuk kurallarına ihtiyaç duyduğu doğrudur. Yani, Türkiye'de belki Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda Alman Hukukundan, terörle mücadele hukukunda İngiliz hukukundan, basın hukukunda Yunanistan hukukundan almamız gereken, en azından karşılaştığımız olaylar karşısında Türkiye'ye yararlı olup olmayacağını yeniden değerlendirmemiz gereken birçok hükümler, düzenlemeler olabilir. Ama, bütün hukukçularımızın şu soruya cevap aramaları lazım: O ülkelerde, yani icabında bu tür olaylar çıktığı zaman, böyle olağanüstü tedbirlerde başvuran, olağanüstü birtakım düzenlemeler getiren o ülkelerin hepsinde, benim bu kürsüde defalarca dile getirdiğim kişilerin, bireylerin dokunulmaz hürriyet alanlarına müdahale edilmemektedir.

Evet, devletin görevi, ülkenin bütünlüğünü korumaktır. Devletin görevi, kamu düzenini korumaktır. Devletin görevi, can ve mal güvenliğini sağlamaktır; ama, 2000 yılında devletin görevi, sadece bunlar derseniz, siz o zaman çağdaş devleti bilmiyorsunuz demektir. Sizin devlet anlayışınız demode kalmış demektir. Bugünkü devlet, 2000 yılındaki devlet, hem bu görevlerini yapacaktır hem de vatandaşının dokunulmaz olan alanını mutlaka vatandaşına bırakacaktır, o alana girmeyecektir. (Alkışlar)

Sayın Vural Savaş, diğer bir konuda görüş belirten devletin yetkilileri, ister kendi adına konuşsunlar, ister kurumu adına konuşsunlar, Türkiye'de siyasî partileri, siyasî kişileri, siyasî kurumları artık tek sepette görmekten vazgeçmelidirler. (Alkışlar) Burada yıllardan beri söylüyorum, Anavatan Partisi olarak, devletin değişmez ilkeleriyle bizim hiçbir sorunumuz yoktur. Biz, bu devletin, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Anayasasında yazılı olan demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmasını ve bu ilkelerin Türk Devleti için değişmez olmasını yürekten benimsemiş olan bir partiyiz. Ama biz diyoruz ki, siyasetin sorumluluğu,sadece devletin değişmez ilkelerini benimsemekle, korumakla kalamaz, siyasetin bir sorumluluğu daha var: Biz milletimizin vazgeçilmez değerlerinin de bekçisiyiz. (Alkışlar) Siyasetçinin, siyasetin saygı duyulacağı nokta, bu ikisinin dengesini sağladığı noktadır.

"Ben sadece devleti koruyacağım" diyerek siyaset kendine saygınlık kazandıramaz. Siyaset, icabında, devleti korurken, devlete karşı bile vatandaşını korumak zorundadır. Vatandaşının hukukunu korumak zorundadır. Nasıl ki, devletin bölünmezliği, ülkenin bütünlüğü ve devletin saydığım ilkeleri dokunulmazsa, değiştirilmezse, bu devletin vatandaşı olan herkesin de dokunulmaz olan hakları vardır.

Değerli arkadaşlarım, bizim söylemek istediğimiz hadise şudur: Milyon kere söyledim, milyon kere de söylemeye devam edeceğim, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet laik bir devlet olarak kalacaktır; ama, bu laik devlet, her mütedeyyin vatandaşını, her dindar vatandaşını kendisine karşı bir tehdit olarak görmekten vazgeçmelidir. (Alkışlar)

Nasıl ki, her Kürt vatandaşımızı bölücü kabul edemezsek, her mütedeyyin vatandaşımızı da potansiyel terörist olarak göremeyiz. Bugün geldiğimiz noktada, Türk siyasetinin, ama şimdi görüyorum ki, Türk siyaseti gibi, Türk hukukçularının da mutlaka artık bu bilince varması lazım, bu ayrımı yapması lazım. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu kürsüden aylardan beri demokrasi konusunda, insan hakları konusunda, hukuk devleti konusunda birtakım vurgulamalar yaptım. Bununla ilgili, basında, kamuoyunda çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Haklı haksız birtakım eleştiriler getirildi. Şimdi, bugün, bu konuyla ilgili bir kısa değerlendirme yapmak istiyorum.

Benim bu kürsüden dile getirdiğim, demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramlar, sadece bizim kullandığımız, sadece benim kullandığım kavramlar değildir. Bunlar, çok uzun bir zamandan beri, yüzyıllar süren bir evrim içerisinde ortaya atılan, olgunlaşan, zamanla mahiyet değiştiren; ama, bugün geldiğimiz noktada artık bütün dünyada üstün değer olarak kabul edilen kavramlardır. Geçen toplantılarda da söyledim, bu tartışma artık bitmiştir. Dünyanın yönü bellidir, rotası bellidir. Türkiye için mesele, dünyayı yeniden keşfetmek de değildir. Türkiye için mesele, bütün dünyada kabul edilen bu rotaya bir an önce uymaktır. Ve Türkiye'nin şartları, bugün buna her zamankinden daha fazla müsaittir.

Kim getirecek Türkiye'ye irticayı? Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılan bir parti mi getirecek? Kim bölecek Türkiye'yi, İmralı'da yatan Apo mu bölecek; Türkiye bunları aşmıştır. Türkiye, bundan sonra, vatandaşını arkasına alarak, bu tehditleri tümüyle ortadan kaldırabilir. Memlekette daha büyük bir uzlaşmayı yaratabilir. Devletin gücüne vatandaşın gücünü katabilir. Vatandaşın tüm desteğiyle bu tehditleri hiç önemsemeyecek, bu tehditlere karşı özel önlemlere bile gerek duymayacak olan daha güçlü devleti kurabilir.

Şimdi, Türkiye bu aşamadadır; ama, bazıları besbelli ki bundan rahatsızdır. Türkiye'nin bu aşamayı yapmasından rahatsızdır; çünkü, bu aşamada onlar konumlarını kaybedeceklerdir. Onun için, Türkiye'nin bu değişimi yapmasına karşı koyacaklardır. Bunun için çok çeşitli oyunlar oynanacaktır, tertipler yapılacaktır, tuzaklar kurulacaktır; ama, bütün bunlara karşı bizim tek silahımız, olan biteni milletimize anlayacağı şekilde açıkça anlatmaktır. Bu oyunu bozmanın başka yolu yoktur. Ve bu oyunun millete rağmen de başarı şansı yoktur. Ama, millete anlatmamız lazım.

Son seçimde milletimizin bizi anlamadığını hepimiz biliyoruz. Bundan yılmamalıyız. Türkiye'nin doğrusunu vatandaşımıza anlatmamız lazım, vatandaşımız bunu anlamaya müsaittir, anlayacak düzeye sahiptir, kendi tecrübesiyle, bilgisiyle, kültürüyle olmasa bile, kendi tecrübesiyle bizim anlattığımızın Türkiye'nin doğrusu olduğunu bilmektedir. İşte, onun için, görev bize düşüyor. Bu söylediğim şeyleri başkaları da söylüyorlar, başka partiler söylüyor, başka insanlar söylüyor, solcular da söylüyorlar; ama, bizim onlardan bir farkımız var: Biz bunu ilk defa olarak parti programına koymuş olan bir partiyiz. "Önemli olan, devletin zenginliği değil, vatandaşın zenginliği sonucu devletin zenginliği" diyen ilk defa biziz. "Millet devlet için değil, devlet millet için vardır" diye ilk defa söyleyen gene biziz. "Türkiye'de sorunların çözümünün tek yolu demokrasidir, demokrasi rejimini güçlendirmek dışında, Türkiye'nin sorunlarını çözecek başka yöntem yok" diyen, bunu programına koyan parti de biziz. Dolayısıyla bizim görüşlerimiz, bugün söylediklerimizin hepsiyle tutarlıdır. Parti programımız, bugün söylediklerimizle tutarlıdır. Ama mesele, sadece söylemekle bitmiyor, biz Türkiye'de bu söylediklerini yapan ilk partiyiz. Türkiye'deki demokratik açılımları gerçekleştiren partiyiz. 141'i, 142'yi, 163'ü kaldıran partiyiz. Türkiye'yi dünyaya açan partiyiz. Yerel yönetimleri ilk defa ayağa kaldıran partiyiz. Türkiye'de demokrasiyi, insanlara cumhuriyet içerisinde aynı zamanda demokrasiyi de tattıran parti biziz. Vatandaşa hukukunu tanıtan parti biziz. Bugün gelinen noktada, Türkiye'nin bize, belki her zamankinden daha fazla ihtiyacı var.

Değerli arkadaşlarım, kaybettiğiniz bir şeyi, kaybettiğiniz yerde aramanız gerekir. Türkiye, insan haklarıyla, çağdaş demokrasiyle ilk defa Anavatan iktidarında tanışmıştır. Şimdi bunu daha geliştirmenin zamanıdır. Anavatandan sonra, Türkiye'de yeniden tek parti döneminin artıkları sahneye çıktılar. Şimdi, yeni oyunları oynamak istiyorlar. Birtakım cinayetleri vesile ederek, birtakım olayları vesile ederek, milleti yeniden bu kazanımlarından geri döndürmek istiyorlar. Türkiye'nin açılımlarını kapatmak istiyorlar; buna izin vermemeliyiz. Bu konuda en büyük görev bize düşüyor, size düşüyor, Anavatanlılara düşüyor. Önümüzdeki dönem, bu görevin gereğini yerine getirebilmek için, belki her zamankinden daha kararlı, her zamankinden daha gayretli ve her zamankinden daha cesur olmamız gereken dönem olacaktır.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)