ANAP GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
TBMM GRUP KONUŞMASI

16 Kasım 1999

Değerli arkadaşlarım, geçtiğimiz Cuma günü, maalesef, ülkemiz yeni bir deprem felaketine maruz kaldı. Düzce, Kaynaşlı ve Bolu il merkezinde önemli sayıda can ve mal kaybına yol açan yeni bir deprem afeti yaşadık. Ben, evvela, bu afette hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum, yakınlarına ve bütün milletimize başsağlığı diliyorum. Yine bu depremde yaralanan vatandaşlarımıza da, acil şifalar diliyorum.

Maalesef, birbiri ardına gelen felaketler yaşıyoruz. Daha 17 Ağustos afetinin yaralarını sarmadan, meydana gelen bu yeni deprem afeti, Düzce’deki deprem afeti, yeni birtakım yaralar açmıştır. Cenabı Allah’tan, ülkemizi daha büyük felaketlerden korumasını diliyorum.

Ama, değerli arkadaşlarım, apaçık bir gerçek var ki, Türkiye olarak deprem kuşağında yaşıyoruz ve öyle anlaşılıyor ki, her zaman yeni bir deprem afetiyle karşı karşıya gelebiliriz. Bu noktada, hiç zaman kaybetmeden, meydana gelmesi muhtemel olan veya kaçınılmaz olan yeni afetler konusunda, yeni deprem afeti konusunda ulusal bir seferberlik başlatmak zorundayız. Her şeyden önce, zannediyorum yapmamız gereken, deprem konusunda otorite olan, herkesin güveneceği yeni bir kurum oluşturmaktır. Bu kurum, depremle ilgili bütün olguları izlemeli, bu konuda her türlü bilimsel araştırmayı yapmalı, gerektiğinde devleti ve vatandaşları uyarmalıdır.

Son günlerde, bazı bilim adamları, bazı yetkililere, deprem konusunda çeşitli uyarılar yapmışlardır. Bu uyarılar bazen birbiriyle çelişkilidir. Ama, bir gerçek var ki, bu uyarılar, vatandaşımızı, büyük endişeye, büyük korkuya, hatta paniğe sevk etmiştir.

Bilim adamlarının bu şekilde uyarılar yapmaları, hiç şüphesiz ki, yerindedir, faydalıdır. Ama, bence, bütün bu açıklamaların, bu uyarıların yasayla yetkili kılınmış, bu işin uzmanı olan bir kuruluş bünyesinde tartışılması lazımdır. Bunların tartışmalarını, kamuoyu önünde değil, o kurumun bünyesinde yapmaları lazımdır ve bu tartışmalar sonunda da, eğer topluma uyarıda bulunulacaksa, öneriler yapılacaksa, bunun, bu kuruluş tarafından yapılması lazımdır.

Öte yanda, Türkiye’deki kriz yönetim sistemini ve sivil savunma sistemini, daha önce de söylediğim gibi, baştan aşağı yenilemek zorundayız. Okullardaki öğrencilerimizden başlayarak, tüm vatandaşlarımızı deprem konusunda eğitmek zorundayız. Deprem riski yüksek olan yerlerde, deprem tehlikesine en fazla maruz kalması muhtemel olan yerlerde, okul, hastane ve diğer hizmet binalarından başlayarak, tüm binaları yeniden gözden geçirip depreme dayanıklı hale getirmek için gerekli tedbirleri almak zorundayız ve tabiî ki, toplumumuzu, depreme dayanıklı yeni binalar inşa etme konusunda eğitmeli ve sürekli ikazda bulunmalıyız.

Türkiye’deki kaçak yapılaşma olayı göz önünde tutulduğu zaman, maalesef kabul etmek zorundayız ki, bu meselede, mevzuat değişiminden önce bir zihniyet değişimine ihtiyacımız var.

Değerli arkadaşlarım, 17 Ağustos depremi sonrasında, bu kürsüden ve başka platformlarda, Türkiye’deki devletin hantal yapısına karşı getirilen eleştirilerin haklılığı ve faydası daha bugünden ortaya çıkmaya başlamıştır. Son depremde, Düzce depreminde gördük ki, devlet kurumları ve görevlileri, bir önceki depremde, 17 Ağustos depreminde gösterdikleri eksik ve yanlış tavırları büyük ölçüde düzeltmişlerdir. Bu da, yapılan eleştirilerden ders alındığını ortaya koymaktadır.

Biz, her zaman söyledik, söylemeye de devam edeceğiz. Bir devlet, gerçeklerin üstü örtülerek güçlendirilemez. Tam tersine, devlet, gerçeklerin ortaya konulması ve bu gerçeklerle ilgili tedbirlerin alınmasıyla güçlenir. Kurumlar, eksikliklerini ve hatalarını saklanarak korunamaz. Aksine, eksiklik ve hataları bütün açıklığıyla ortaya konulur, bunlar giderilerek korunur. Devlet yıpranmasın, kurumlar zedelenmesin diyerek yapılan yanlışları örtmek, devlete ve devletin kurumlarına zarar verir.

Bu nedenle, ısrarla, devlet kurumlarının ve görevlilerinin yanlışlarını eleştiriyoruz, eleştirmeye de devam edeceğiz. Eleştiriyoruz ki, devlet, gerek kurumlarıyla gerek görevlileriyle kendine çeki düzen versin, yanlışlıkları giderilsin, eksiklikleri tamamlansın ve neticede ortaya devlet gibi bir devlet çıksın. Nasıl bir yarayı örtüp görmezlikten gelmek onu iyileştirmiyorsa, tam tersine, yarayı kangren haline getiriyorsa, devlet hayatındaki eksiklikleri ve yanlışlıkları görmezlikten gelmek de aynı neticeyi doğurur ve maalesef kabul etmek zorundayız ki, bugün devlet hayatımızın çeşitli alanlarında pek çok alanında kangrene dönüşmüş sorunlar söz konusudur.

Değerli arkadaşlarım, 17 Ağustosta yaşanan deprem felaketine göre, 12 Kasımda yaşanan depremde, devletin, özellikle kurtarma ve acil yardım konusunda daha hazırlıklı olduğu ve hızlı davrandığı gözlenmiştir. Aynı şekilde, vatandaşlarımızın da, bir önceki depreme göre soğukkanlılıklarını muhafaza ettiklerini, daha az paniğe kapıldıklarını gözledik. Bu da, ülke – millet ve hükümet olarak yaşadığımız felaketlerden ders aldığımızı gösteriyor.

Ülkemizde çok yaygın bir kanaat var. Millet olarak da, devlet olarak da yaşadığımız olaylardan ders almama hastalığımız olduğuna inanılır. Ama, bu defa, bu hastalıktan, kısmen de olsa kurtulduğumuz anlaşılıyor. Bu da, bence ileriye dönük, ümit verici bir gelişmedir.

Felaketlerin yol açtıkları acılar yanında, açtıkları yaralar yanında, millî birliği ve dayanışmayı güçlendirme gibi bir başka yönü daha vardır. Birbiri ardına yaşadığımız deprem afetleri sırasında ve sonrasında yaşadığımız olaylar, bu bakımdan tarihi birer örnek niteliğindedir. Milletimizin ortaya koyduğu dayanışma örneği, devlet kurumlarının eksiklerinden kaynaklanan sıkıntıları tamamen ortadan kaldırmasa bile, önemli ölçüde hafifletmiştir. Devlet kurumlarının kendilerini toparlamaları ve görevlerini asgari ölçüde bile olsa yerine getirmeleri, afetlerden mağdur olan vatandaşlarımıza, daha hızlı ve daha etkin hizmet götürülmesini sağlamıştır. Bir başka ifadeyse, bütün bu afetler sürecinde, millet devletin önünde olmuştur, devlete öncülük etmiştir.

Bundan sonra yapmamız gereken şey, devletin milletin önünü açması, vatandaşımıza engel değil ona teşvikçi olması, daha doğrusu öteden beri yaptığımız bu tespitin, artık kabul edilip gereğinin süratle yerine getirilmesidir. Anavatan Partisi olarak, sürekli dile getirdiğimiz demokratikleşme ihtiyacı, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi talebi, hür teşebbüsün önünün açılması isteği aslında bu amacı yöneliktir.

Normal şartlarda halka anlatmakta zorluk çektiğimiz birtakım gerçeklerin böyle felaketler vesilesiyle açıkça ortaya çıkmasının, bedeli yüksek de olsa, ülkemizin geleceği adına önemli bir kazanç olduğuna inanıyorum.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin iradesini temsil eden bu kurumu yıpratma, toplum nezdinde itibarını sarsma çabalarına rağmen, geçtiğimiz dönemde çok önemli çalışmalar gerçekleştirmiştir. Geçtiğimiz hafta yaptığımız koalisyona dahil partilerin genel başkanları arasındaki toplantıda, bundan önceki toplantılarımızdan farklı bir format uyguladık. Sayın Başbakanın benzetmesiyle, Millî Güvenlik Kurulu toplantısına benzer bir format. Evvela, Koalisyon Hükümetinin altı aya yaklaşan icraat dönemindeki çözüm bekleyen, çeşitli nedenlerle uygulamaya geçirilemeyen tıkanmış olan sorunlarını gündem maddesi olarak önceden tespit ettik, bu konuda ilgili bakan arkadaşlarımızı toplantıya davet edip, toplantının akışı içerisinde onların görüşünü aldık, onlardan konularla ilgili geniş bilgi aldık ve bana göre, hükümetin çalışmasını kolaylaştıracak, Meclisin önünü açacak çok yararlı bir şekle dönüştü.

O toplantıda aldığımız önemli kararlardan bir tanesi, bütçe yasasından önce Meclisten çıkarılacak yasa tasarılarıyla ilgili, Mecliste görüşülecek olan yasa tasarılarıyla ilgili. Bunlardan bir tanesi, geçtiğimiz hafta komisyonda kabul edilip Genel Kurula inen, memurların yargılanmasını düzenleyen yasa tasarısıdır. Bu konuda arkadaşlarıma biraz bilgi vermek istiyorum.

Bildiğiniz gibi, Türkiye’de memurların yargılanması, 80 küsur yaşındaki bir yasayla yapılmaktadır, Osmanlı İmparatorluğundan cumhuriyetin devraldığı bir kanunî muvakkate, yani geçici kanunla yapılmaktadır. Aslında kanun da değildir, bir geçici kanundur. Memurin Muhakemat Kanunu denmektedir. Bu yasanın asıl amacı, memurların baskı altında kalmadan görevlerini rahatça yapmalarını sağlamaktır. Eğer memurlar, normal vatandaşlar gibi aynı yargılama usullerine tabi olurlarsa, bu onların kamu görevlerini yapmalarını olumsuz etkileyeceği kabul edilmiştir. Bence bu doğrudur. Yani, memurlardan, eğer kamu hizmetini gerektiği şekilde yapmalarını bekliyorsak, onlara yargılama konusunda bir ayrıcalık tanınması doğrudur. Çeşitli ülkelerdeki uygulama da budur. Ama, bizim, Memurin Muhakemat Kanununun, şu 80 küsur yıldır uygulanmasında, özellikle son yıllarda yaşanan olaylardan çıkardığımız bir gerçek var. Bugün, bu kanun, memurların baskı altında kalmadan serbestçe görev yapmalarına imkân sağlayan bir kanun olmaktan çıkmış, suç işleyen memurları yasalara karşı koruyan bir kalkan haline gelmiştir. Eğer, Türkiye’de hep sözünü ettiğimiz demokratikleşme alanındaki atılımları gerçekleştirmek istiyorsak, bu kanunun mutlaka değişmesi lazım.

Şimdi, komisyonda kabul edilip Meclise gelen şekli, bana göre istediğimiz ölçüde olmasa bile, önemli ölçüde bir iyileştirme getirmiştir. Ne getirmiştir? Pratikte şunu getirmiştir: Eğer şimdiki mevzuata göre, şu andaki kanuna göre, bir memur suç işlerse, onun yargılanabilmesi, hakim önüne, mahkeme önüne çıkarılabilmesi için idarî bir kurulun karar vermesi lazımdır. O idarî kurulun kararı aleyhine memur Danıştay'a gittiği zaman, Danıştay'ın karar vermesi lazımdır. Belediye başkanları için, keza, il idare kurulunun vereceği kararı müteakip Danıştay'ın otomatikman dava açılabilmesine izin verme zorunluluğu vardır. Uygulamada görülmüştür ki, bu süreç, bu suçların takibini, çoğu zaman imkânsız hale getirmektedir, zaman aşımını doğurmaktadır. Onun için, bunun hızlandırılması lazım. Gerçekten suç işleyen memurların yargılanmasını kolaylaştıracak bir düzenlemenin getirilmesi lazım. Ama, bu düzenleme, demin dediğim asıl amacı sağlayan bir düzenleme olmalıdır. Yani, memurların korkmadan, çekinmeden görev yapmalarına da imkân veren bir düzenleme olmalıdır. Binaenaleyh, bir denge sağlanması söz konusudur.

Şimdi, yeni sistem ne getiriyor? Bu kurulları filan kaldırıyor, onun yerine amirlerin izin vermesini getiriyor. Memurun düzeyine göre, bu izni kaymakam verecektir veya vali verecektir veya bakan verecektir veya başbakan verecektir. Bunlar, bu izni, yani memurun yargılanması için kendilerine gelen talebi, meselenin mahkemeye intikal etmesi için gerekli izni, 30 gün içinde vermek zorundadırlar. 30 günü, en fazla, mücbir sebeplerle 15 gün uzatma imkânı vardır. Demek ki, en geç 45 gün içerisinde amirin kendi maiyetindeki memurun yargılanmasıyla ilgili iznin kararını vermesi lazım. Eğer, aleyhte bir karar veriyorsa, yani yargılanmasına izin vermiyorsa, bunun gerekçesini açıklaması lazım ve her halükârda, savcının, bunun aleyhine idarî mahkemeye gitme hakkı vardır.

Dolayısıyla, memurlar layüsel şekilde yargılanmayacaktır bu düzenlemeye göre; ama, eskisine göre daha hızlandırılmış, daha kolaylaştırılmış bir mekanizma söz konusudur.

Burada bir incelik var, ona dikkatinizi çekmek istiyorum. Belli suçlar, Memurin Muhakemat Kanununun dışındadır. Yani, eğer memur, rüşvet almışsa, suiistimal yapmışsa, yolsuzluk yapmışsa onun için bu mekanizmalara ihtiyaç yoktur. O zaman, doğrudan doğruya yargılama süreci başlayabilmektedir. Bu söylediğim, daha çok görevin kötüye kullanılması şeklindeki suçlarda geçerlidir.

Şimdi, biz, Komisyondan geçip Genel Kurula gelen ve şu anda Genel Kurulun gündeminde zannediyorum birinci veya ikinci sırada olan bu yasa tasarısının son şeklini dün Partimizin Başkanlık Divanında görüştük. Arkadaşlarımızın, bu yasayla ilgili bir tereddütleri var. O da, belediye başkanlarıyla ilgili. Mevcut düzenleme, belediye başkanlarının yargılanması için, belde belediye başkanlarında kaymakamın, ilçe ve il belediye başkanlarında valinin, büyükşehir belediye başkanlarında da İçişler Bakanının izin vermesini öngörmektedir. Arkadaşlarımın itirazı, böyle bir düzenlemenin, seçilmiş insanları atanmışların iznine tabi kılacağı için, uygulamada belediye başkanlarının, kaymakamın ve valilerin emrine sokacağı endişesidir. Bu endişe dile getirilmiştir. Gerek Milliyetçi Hareket Partisi gerekse Fazilet Partisi yetkililerinden de benzer görüşler bize iletilmiştir, arkadaşlarımıza iletilmiştir. Bunun üzerine, Grup Başkanvekillerimizin bu konuyu yeniden aralarında görüşmelerini ve bir mutabakata vardıktan sonra Genel Kurulda ele alınmasını kararlaştırdık. Grup Başkanvekili arkadaşlarımız, şimdi iktidar ve muhalefet partilerinin grup başkanvekilleriyle konuyu görüşüyorlar.

Bu konuda, Parti olarak bizim önerimiz şudur: Memurların yargılanmasıyla ilgili tasarıda getirilen düzenlemede bir değişiklik yapılmasına gerek yoktur. Yani, bu konudaki yargılama iznini amirler vermelidir. Belediye Başkanlarıyla ilgili yargılama iznini, belediye başkanı hangi düzeyde olursa olsun, İçişleri Bakanı vermelidir. Bizim önerimiz budur. Yani, bu izni kaymakamlara, valilere değil, kendisi de bir seçilmiş kişi olan İçişleri Bakanının iznine bağlamaktır. Ama, bu konuda partiler arasında bir uzlaşma, en azından hükümet içerisinde bir uzlaşma sağlandıktan sonra, konu tekrar Genel Kurulda ele alınacaktır. Zannediyorum, bu konuda, bu yönde bir değişikliğe gitme imkânı olacaktır.

Değerli arkadaşlarım, Medeni Kanunla ilgili düzenlemeyi de, yine önümüzdeki çok önemli yasal düzenlemelerden biri olarak gördüğümüzü ifade etmek istiyorum. Henüz üzerinde daha tam olarak mutabakata varılamamıştır. Hükümetten gelen metin üzerinde Mecliste gerekli mutabakat sağlanamamıştır. Ama, kısa sürede bu konuda bir mutabakata ulaşılacağını, bu kanunun sonuçlandırılacağını ümit ediyorum. Yine yeterli olmamakla birlikte, Medeni Kanunda yapılacak bu değişikliğin de, Türkiye için gerekli olan birtakım çağdaş unsurları ihtiva ettiğini düşünüyorum.

Anavatan Partisi iktidarları döneminden beri, yapısal değişim yönünde gerekli mesafeleri alamayan Türkiye, bu düzenlemelerle yeniden harekete geçmektedir. Türkiye’nin idari yapısından adlî sistemine kadar her alanda ciddî bir yeniden yapılanma ihtiyacı içerisinde olduğunu buradan sürekli dile getiriyorum. Koalisyon ortağı olduğumuz hükümetlerde, bu yönde her türlü gayreti de gösteriyoruz. Ancak, ülkemizin son sekiz yıldaki siyasî yapısı, bu çalışmaların istediğimiz süratte, istediğimiz şekilde ilerlemesini maalesef mümkün kılamamıştır. Buna rağmen, toplumda giderek yükselen beklenti ve oluşan konsensüs, siyasal yapı ne olursa olsun, bu yönde yeni adımlar atılmasını zorunlu hale getirmiştir.

Anavatan Partisi, siyaset anlayışı ve felsefesi itibariyle, toplumda giderek güçlenen demokraside, özgürlüklerde ve ekonomide yeni açılımlar talebinin sözcüsü ve takipçisi olmak zorundadır. Bunun için, her platformda, üç özgürlük ufku umdemizin savunucusu ve icracısı olmak zorundayız. Türkiye’nin ihtiyacı, Türk Milletinin beklentisi, devlet ve millet olarak yaşadığımız sorunların çözümü, bu çerçevede alacağımız mesafeye bağlıdır.

Değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisinin demokrasi ve özgürlük anlayışı, çağdaş dünyanın standartlarına uygundur. İstanbul’da başlayacak olan AGİT toplantısının gündemi, bunun en açık ispatıdır. Türkiye’nin, dünyanın en saygı ve ileri ülkeleri düzeyine ulaşmasının yolu, demokraside, özgürlüklerde ve ekonomide gerçekleştireceği gelişmelere bağlıdır. Girmemize artık haftalar kalan yeni yüzyıl, bu alanlarda gerçek manada gelişmesini tamamlayan, eksiklerini gideren ülkelerin yüzyılı olacaktır.

Dün, Amerikan Başkanı Clinton’un Meclisimizde yaptığı konuşmada da vurguladığı, önümüzdeki yüzyılı Türkiye’nin şekillendirebilmesi, önümüzdeki yüzyıla Türkiye’nin ağırlığını koyabilmesi, sadece kendi etki alanı içerisinde değil, bir model ülke olarak, bir örnek ülke olarak diğer ülkeleri de etkileyerek ağırlığını koyabilmesi, önümüzdeki kısa zamanda hepimizin mutabık olduğumuz bu değişimleri gerçekleştirmemize bağlıdır ve önümüzdeki zaman giderek kısalmaktadır. Bu gerçeğin farkında olmayan birtakım kişiler ve gruplar, Türkiye’yi hâlâ yarım yüzyıl, hatta bir yüzyıl öncesinin tartışmalarıyla meşgul etmeye çalışmaktadırlar. Daha ileriye gitmek zorunda olduğumuz bir dönemde, ülkemizi demokratik anlamda daha geriye götürecek tekliflerle kamuoyu gündemine çıkanlar vardır. Vatandaşın hizmetinde olması gerekirken, onun onurunu kıran, hilkat garibesi bir makine haline gelen devlet yapısında ısrar edilmesi, hatta bu yapının daha da güçlendirilmesi talepleri, maalesef açıkça ifade edilmektedir.

Anavatan Partisi, çağdışı kalmış bir anlayışın ürünü olan bu tür tepkilerle, ilk kurulduğu yıllarda da mücadele etmiştir. Rahmetli Özal’ın özelleştirme düşüncesine “ben köprüyü sattırmam arkadaş” diyerek karşı çıkan anlayışla, bugün bizim demokratik ve özgürlükçü açılım taleplerimizi, Cumhuriyete yönelik tehlike olarak gösteren zihniyet temelde aynı zihniyettir. (Alkışlar)

Bana göre, ortaya konan bu tepki, bizim söylediklerimizin doğru anlaşılamamasından, doğru algılamamasından değil, tam tersine, doğru anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Bunlar, demokraside, çağdaş devlet yapısı içerisinde, özgür, açık toplum bünyesinde hayatiyetlerini sürdüremeyeceklerini bilen despotik zihniyet mensuplarının beyhude çırpınışlarıdır. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, nasıl ki nehirler tersine akıtılamazsa, demokrasi ve özgürlük debisi giderek artan dünyadaki gelişmelerin, ülkemizi de içine almasının önüne geçilemez. AGİT zirvesi ve bu zirvenin gündemi çerçevesinde cereyan eden tartışmalar, bizim savunduğumuz fikirlerin doğruluğunu, ortaya koyduğumuz gündemin isabetini göstermektedir.

Esasen, ülkemizde giderek daha geniş bir platformda dile getirilen hak ve özgürlüklerle demokrasi konusundaki sıkıntılar, siyasî ve sosyal alandaki yeni ve daha büyük bir depremin de habercisidir. Eğer, vatandaşlarımızın üzerindeki baskılar, üstelik daha da artarak devam ederse, eğer vatandaşlarımızın hak ve özgürlük alanı genişletilecek yerde giderek daha da daraltılırsa, ekonomiden demokrasiye her alandaki beklentileri karşılıksız kalırsa, o zaman, bu ülkede, biraz önce söylediğim fizikî depremin yanında, siyasî ve sosyal bir depremin de önüne geçilemez. Eğer gerekli tedbirleri zamanında almazsak, yani tıpkı fizikî bir depremi önlemek için almamız gereken tedbirler gibi, sosyal ve siyasî depremi önlemek için gerekli tedbirleri de bugünden almazsak, bu depremi önleyemeyiz. Bu depremi önlemenin yolu, hak ve özgürlük alanını genişletmekten, demokrasimizin standardını yükseltmekten, ekonomimizi devlet müdahalesine açık bir yapıdan çıkararak onu güçlendirmekten ve nihayet, devlet yapımızı hantallıktan kurtararak, onu daha etkin hale getirmekten geçer.

Bu nedenle, bütün bu bahsettiğimiz alanlarda büyük bir değişimden yanayız. Bu değişimde, Anavatan Partisi olarak bizim yerimiz ve duruşumuz gayet açıktır. Türkiye’nin 2000’li yıllarda bulunacağı yer konusundaki hedeflerimiz, birbirine tamamlayan üç boyuta sahiptir. Birincisi devletin yeniden yapılanmasıdır. İkincisi, demokrasi, temel hak ve özgürlükler gibi konularda çağdaş standartlara ulaşılmasıdır. Üçüncüsü de, serbest piyasa ekonomisinin tüm unsurlarıyla hayata geçirilerek, ekonomik gelişmenin hızlandırılmasıdır.

Devletin yeniden yapılanması konusunda, şu deprem felaketlerinde de ortaya çıkan gerçek, artık tüm siyasî partiler, tüm sivil toplum örgütleri, belli bir mutabakat içindedir. Bundan sonra tartışmamız gereken, yeniden yapılanmanın muhtevası ve takvimidir. Yani, devletin yeniden yapılanmasında nelere öncelik vereceğimizdir, neleri ne zaman yapacağımızdır. Ama, demokrasi, özgürlükler ve insan hakları konusunda maalesef işimiz daha zordur. Bu konuda, aslında toplumda geniş bir mutabakat gözükmesine rağmen, muhteva konusunda derin görüş ayrılıkları vardır. Bu konuda en açık olan ve toplumun bütününü kucaklayan görüşler, Anavatan Partisi tarafından dile getirilmektedir. Biz, demokrasinin sadece biçimsel unsurlarıyla değil, gerçek manada hayata geçirilmesi gerektiğini söylüyoruz. Hak ve özgürlüklerin, devleti, cumhuriyeti ve devleti tehdit eden tehlikeler olarak değil, bunları güçlendirecek, devletin sürekliliğini sağlayacak unsurlar olarak görülmesi gerektiğini söylüyoruz.

Devletin, felsefe ve kurum olarak, milletin üzerinde, ona hükmeden bir müessese olmaktan çıkarılarak, halka hizmetin bir aracı haline dönüştürülmesi gerektiğini söylüyoruz. Devletin ve siyasetin odağına, insanın yerleştirilmesi için gayret gösteriyoruz. Cumhuriyetin temel görevinin, vatandaşın onurunu korumak olduğunu söylüyoruz. Sistemin, devletin bireye karşı değil, bireyin devlete karşı korunması temeline dönüştürülmesinden yanayız.

Bunun için, hukuk devleti ilkesinin, hiçbir kurum ve kişi istisna edilmeksizin tam olarak uygulanmasını istiyoruz. Demokratik haklar ve özgürlüklerin, devletin üniter yapısından, milletin birliğinden ödün verilmeden, ülkenin her köşesinde, her vatandaşımıza tanınmasının şart olduğunu söylüyoruz.

Değerli arkadaşlarım, Anavatan Partisinin demokrasi, özgürlükler ve ekonomi alanında ortaya koyduğu program, ülkedeki herkesin ve her kesimin taleplerine cevap verebilecek nitelikte ve genişliktedir. Türkiye’nin, 21 inci Yüzyıldaki hedeflerine ulaşabilmesi, bizim programımızda 1983 yılından beri var olan ve son aylarda ısrarla gündeme getirdiğimiz bu hususların süratle hayata geçirilmesine bağlıdır. Bu çerçevede geniş bir toplumsal mutabakatın varlığı da, medyanın, sivil toplum kuruluşlarının ve vatandaşlarımızın doğrudan ortaya koyduğu tepkilerden açıkça anlaşılmaktadır.

Öte yanda, bu gelişmeden rahatsız olan birtakım çevrelerin, başta Anavatan Partisi olmak üzere, topyekûn siyaset kurumunun ve Parlamentonun vatandaşımız nezdindeki itibarını törpüleme gayreti içine girdiklerine de dikkatinizi çekmek istiyorum.

Halka hizmeti Hakk'a hizmet olarak gören bir siyaset anlayışının sahibi olan bizler, bu tür saldırılardan hiçbir şekilde olumsuz etkilenmemek durumundayız. Tam tersine, bu saldırılar, bizim bu konudaki kararlılığımızı daha da bilemelidir. Biz, ülkemiz ve milletimiz için doğru olduğuna inandığımız yolda, bundan sonra da inançla yürümek durumundayız. Biz, eğer kendi yaptıklarımızın doğruluğuna inanırsak, karşımızdakiler ne yaparlarsa yapsınlar, bizim yolumuzu kesemezler.

Ama, bu çerçevede, Anavatan Partisinin Genel Merkezindeki, Meclis Grubundaki ve teşkilatlarındaki bütün temsilcilerine görev düştüğünü bir defa daha hatırlatmak istiyorum. Hiç şüpheniz olmasın ki, bizim yolumuz doğrudur. Bizim politikalarımız doğrudur. Yeter ki, politikalarımızın istikametinden ayrılmayalım. Yeter ki, özellikle hükümetteki bakan arkadaşlarımız, uygulamalarıyla, bizim ortaya koyduğumuz bu politikalarla tutarlı olsunlar. Yani, söylediklerimizle yaptıklarımız birbiriyle tutarlı olsun.

Neticede, milletimizin, bizim bu gayretlerimizi hiçbir şekilde karşılıksız bırakmayacağına inanıyorum. Ama, burada esas görevim, yani bazı düşünceleri, milletimizin beklentisi doğrultusundaki bazı düşünceleri cesaretle ortaya koyma, bunların gereğini yapma ve bunları yaparken de, bu düşüncelerle tutarlı olma sorumluluğunun da bütün Anavatan Partililerin üzerinde olduğunu bir defa daha hatırlatmak istiyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)