ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
4. OLAĞAN BÜYÜK KONGRE AÇILIŞ KONUŞMASI

28 Ağustos 1993

Anavatan Partisi 4 üncü Olağan Kongresinin değerli delegeleri;

Sözlerimin başında, Türkiye’nin dört bir yanından gelerek 76 ilimizin sesini bu salona taşıyan ve partimizin en yüksek karar organı olan siz yüce heyetinizi, kongremize yurt içinden ve yurt dışından katılan seçkin misafirlerimizi, kongremizi izleyen basınımızın değerli temsilcilerini saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.

Partimizin 4 üncü Büyük Kongresini, Kurucu Genel Başkanımız 8 inci Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ı kısa bir süre önce kaybetmiş olmanın derin üzüntüsü içinde yapıyoruz. Anavatan Partisini iki dönem iktidar yapan, bugün dimdik ayakta tutan, yarın yeniden iktidar yapacak olan fikir yapımızın inşasında ve onun hayata geçirilmesinde hiç şüphesiz en büyük pay sahibi olan Turgut Özal’ı Anavatan camiası her zaman rahmet ve minnetle anacaktır.

Değerli arkadaşlarım,

Maalesef geçtiğimiz dönem yaşadığımız acılar sadece bununla da kalmadı. Altı ay içerisinde çok değerli üç milletvekili arkadaşımızı, Adnan Kahveci’yi, Mümin Gençoğlu’nu ve daha geçen Olağanüstü Kongrede Divan Başkanlığımızı yapan Yılmaz Hocaoğlu’nu trafik canavarına kurban verdik. Her zaman gönlümüzde yaşatacağımız bu arkadaşlarımızı da, bir süre önce ebediyete intikal eden kurucu üye arkadaşımız Vural Arıkan’ı da rahmetle anıyorum.

Değerli arkadaşlarım,

Bu kongremiz, aynı zamanda partimizin 10 uncu kuruluş yılına rastlamaktadır. Ama, bu salondaki hiç kimsenin en küçük endişesi olmasın, bu büyük kongre Anavatan Partisinin muhalefette yaptığı ilk ve son kongre olacak.

Genel Başkanlık sorumluluğunu bana verdiğiniz 3 üncü Olağan Büyük Kongremizden bugüne kadar bu sorumluluğu benimle paylaşan, bu yükü benimle beraber taşıyan Başbakanlık Divanındaki, Merkez Karar Yönetim Kurulundaki, Meclis Grubumuzdaki bütün arkadaşlarıma, bütün il başkanlarıma, bütün ilçe başkanlarıma, gelmiş geçmiş bütün yönetici arkadaşlarıma, bütün üye arkadaşlarıma şükranlarımı sunuyorum.

Değerli arkadaşlarım,

Geçtiğimiz 10 yıl içinde bu ülkede hakkında en çok yazılan, en çok konuşulan parti Anavatan Partisi oldu.

Bizim iktidar sayesinde ayakta duran bir parti olduğumuzu söyleyenler oldu. Son seçimlerde barajı bile aşamayacağımızı söyleyenler çıktı. Bir defa muhalefete düşersek muhalefette yok olacağımızı iddia edenler oldu. Şimdi, eğer bugün henüz daha aradan 2 sene bile geçmeden bütün bunları söyleyenler millete mahcup olmuşlarsa, Anavatan Partisi bugün en güçlü iktidar adayı olarak dimdik ayaktaysa ve bizim bileğimizi bükemeyenler çareyi bizi taklit etmekte arıyorlarsa, bütün bunların bir tek izahı vardır; o da bizim savunduğumuz fikirlerin doğruluğudur.

Değerli arkadaşlarım,

Hatırlayacağınız gibi Anavatan Partisi 1983 yılında askerî bir yönetim sonrasında kurulurken., geçmişteki hiçbir partinin devamı olmadığını açıkça ilan etmiş ve o tarihte ülkede var olan dört eğilimi de kucaklayarak yola çıkmıştır. Dolayısıyla, düşmanlıklara dayalı, kavgacı siyaset anlayışı yerine sevgiye dayalı, uzlaşmacı siyaset anlayışının öncülüğünü yaptık. Geçmişte siyasetin kamplara böldüğü insanları kendi bünyesinde birleştiren Anavatan Partisi, Türkiye’deki gerçek anlamda ilk kitle partisidir. Ve üzerimizde geçmişten gelen hiçbir ipotek de yoktur. Doğuşumuzdaki bu özellik, bizim yenilikçi karakterimizin de en önemli dayanağı olmuştur. Çünkü, Anavatan Partisi yeni dünya düzeninin düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, teşebbüs özgürlüğü üzerine kurulduğu gerçeğini Türkiye’de ilk fark eden parti olmuştur. 2000’li yıllara damgasını vuracak olan bu üçlü özgürlük sistemi içinde artık devletçiliğin yeri yoktur. Devletçiliğin yerine ferdin yaratıcı gücü almıştır. Komünist sistemin 70 yıllık bir baskı ve ızdırap dönemi sonunda niçin iflas ettiğini doğru tahlil etmeden dünyadaki değişimi de, anavatan gerçeğini de anlamak mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım,

Dünyada soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte “küreselleşme” denilen yeni bir süreç başlamıştır. Küreselleşme denen; aslında rekabetin evrenselleşmesidir; yani, bütün dünyanın tek bir Pazar haline gelmesidir. Yeni dünya düzeninde artık gücün adı ekonomik üstünlüktür. Bizim gibi ülkelerde, Türkiye gibi ülkelerde bu güce erişmenin yol; siyasî cesaret ve kararlılığın gösterilmesinden geçer.

Popülist politikaların uzun vadeli malî yükünden kaçmak için yenilikçi politikaların kısa vadedeki siyasî maliyetlerini kabul etmeye mecbursunuz. Bugün dünyada yaşanan büyük değişimin temelinde yatan en önemli olaylardan birisi de; 1970’li yılların başında patlak veren petrol şokudur. Petrolün sudan ucuz olmaktan çıkıp pahalı bir enerji kaynağı haline gelmesi, ekonomide verimlilik kavramını ön palana çıkarmıştır. Verimliliğin ön palana çıkması; devletçi ekonomileri zora sokmuş ve yeniden yapılanma zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.

Anavatan Partisinin kuruluşundan sadece 6 ay sonra her türlü baskı ve imkansızlıklara rağmen tek başına iktidar oluşu, siyaset bilimcilerinin derinlemesine incelemeleri gereken bir konudur. Milletimiz, Anavatan Partisinin verdiği yeni mesajı politikacılardan daha önce sezip almış ve bize iktidarı vermiştir.

Anavatan Partisi iki dönemli iktidarında içinde yaşadığımız çağın gerçeklerini görmüş ve ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda cesur ve köklü reformları; yerel yönetimlerde ulaşım, iletişim, haberleşme, enerji gibi alanlarda da dev atılımları gerçekleştirmiştir.

Bizim bu icraatımız, bugün milletimiz tarafından çok daha gerçekçi biçimde anlaşılmıştır. Çünkü aradan geçen zaman, yaptığımız hizmetleri hasetle küçümseyenlerin yapacak hiçbir şeyleri olmadığını milletimize apaçık göstermiştir.

Anavatan’ın 8 yıllık icraatı; bütün Anavatanlıların ortak gururudur.

Değerli arkadaşlarım,

1980’lerin sonuna gelindiğinde, Türkiye bir tür reform yorgunluğuna düşmüştü. Bir yanda reformların toplumda yol açtığı yeni istekler, şehirleşmenin yarattığı yeni talepler; öte yanda, hızla gerçekleştirilen büyük altyapı hamlesinin kamu maliyesine getirdiği yük, enflasyonun bir türlü düşürülememesi sonucunu doğurdu. Oysa, enflasyonu düşürecek, reformlara tekrar bir ivme kazandıracak yeni bir programa ihtiyaç vardır. Böyle bir programın başarılı olması, hem getirdiği çözümlerin doğruluğuna, hem de halkımızın güven ve desteğine sahip olmasına bağlıydı. Kaldı ki, başlattığımız değişimin, bu ikinci aşaması için milletimizin onayını almak bir siyaset terbiyesi gereğiydi.

İşti 1991 seçimlerine, henüz iktidar süremiz dolmamış olmasına rağmen bu gerçeklerle gittik ve Türk siyasetinin alışık olmadığı demokratik bir geleneğin de öncüsü olduk.

Değerli arkadaşlarım,

1991 seçimleri ibret alınması gereken, her zaman ibretle hatırlanması gereken seçimlerdir. Dünyadaki gidişi göremeyen, Türkiye’nin sorunlarını anlamayan partilerin seçimlerde izledikleri taktiklerin ne kadar yanlış ve ülkeye ne kadar zararlı olduğu bugün artık kendileri dahil herse tarafından anlaşılmıştır.

Kendilerini geçmişin uzantısı sayan partilerin, geleceğin gerektirdiği değişimi kavramaktan ne kadar uzak oldukları artık ortaya çıkmıştır. Ama ne var ki, Türkiye, telafi edilmesi çok güç olan iki değerli yılını kaybetmiştir. Aslında bugünkü iktidarın sorunu, sadece dayandığı gücün değişime müsait olmaması değildir. Bugünkü iktidarın bir başka güçlüğü de halkından böyle bir vekâlet ve böyle bir destek almamış olmasıdır. Seçimlerde oy uğruna herkese cennet vaat etmenin vebali bugün ayaklarına dolaşmaktadır.

Değerli arkadaşlarım,

4 üncü Büyük Kongremizi yaptığımız bugün, ülkemiz çok yönlü ve çok ciddi bir bunalım içindedir. Bu bunalım, ekonomiden içgüvenliğe, dış politikadan kentleşmeye, eğitime, adalete kadar ülkemiz yaşamının hemen hemen bütün alanlarını kapsamaktadır.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terör artık günlük yaşantının bir parçası haline gelmiş, Cumhuriyetin 70 inci yılında, her zamankinden daha güçlü olmamız gereken bir dönemde devletin bütünlüğü tehdit edilir, hatta tartışılır hale gelmiştir. Enflasyon yüzde 70’leri aşarken, 250 trilyon lirayı bulan iç borçlar ve 60 miyar dolara yaklaşan dış borçlar ekonomiyi yüksek reel faiz kıskacına sokmuştur.

Dış ticaret açığı patlamış, ihracat ve yatırımlar durmuş, işsizlik sorunu bir toplumsal dinamit haline gelmiştir.

Dış politikamız, değişen dünya koşullarına ayak uyduramamakta, Türkiye’nin en hayatî çıkarlarını korumakta dahi aciz kalmaktadır.

Çarpık kentleşme, her türlü toplumsal bunalımın kaynağı haline gelmiştir.

Çağ dışı eğitim sistemi diplomalı işsizler üretmekte, çok yavaş işleyen adalet sistemi etkinliğini kaybetmektedir.

Değerli arkadaşlarım,

Bu saydığım sorunların hepsinden daha önemli ve daha tehlikeli bir şey var. Halkımız, bu sorunların çözümü konusunda güvensizliğe düşmeye, siyasî sisteme olan güvenini kaybetmeye başlamıştır.

İki sene önce herkese her şeyi vaad ederek iktidara gelen koalisyon ortaklarının hazırlıksız, programsız ve kadrosuz oldukları bugün apaçık ortadadır. Koalisyon ortaklarının hazırlıklı oldukları bir tek konu vardır; o da devletin paylaşılmasıdır. Devleti paylaşmak için müthiş bir programları, çok mahir kadroları olduğu besbellidir. Nereden mi bellidir? Başında bulundukları bankalara olan, devlet bankalarına olan borçlarını silen, vergi kaçırmakla övünen bakanlardan bellidir. Örtbas edilmeye çalışılan İlksan rezaletinden, nerede durulacağı belli olmayan İSKİ soygunundan bellidir. Ve nihayet, devlete yaptıkları tahribattan bellidir.

Değerli arkadaşlarım,

İşler bugün artık o noktaya gelmiştir ki, devletin valileri bile koalisyon ortakları arasında, hem de açıkça paylaşılmaya başlanmıştır.

Birçok belediyemizde işe girmenin bir tek kıstası vardır: o da doğum yeri ve dinî mezhebidir.

Velhasıl, günümüzün Türkiye’si her bakımdan 2 sene önce bizim bıraktığımız Türkiye’den çok daha kötü durumdadır. Yıllar önce icraatımızın uzun vadedeki hedeflerine dikkat çekmek için bizim gündeme getirdiğimiz 2000’li yıllarda Türkiye tasavvuru, bugün, o zamanlar bize en şiddetle karşı çıkanların sloganı haline gelmiştir. Günümüzün sorunlarını çözemeyenler, geleceğimizi düzenlediklerini iddia etmektedirler. Maalesef, bugün Türkiye’nin gündemi çözümlerle değil; sloganlarla boğulmuş durumdadır. Anavatan dönemindeki gibi meselelerin köküne inen ciddi reformları yapacak gücü ve cesareti olmayanlar, şimdi bölük pörçük önlemlerle, göstermelik reformlarla, iki de bir televizyondan halka anlattıkları masallarla devleti yöneteceklerini sanıyorlar.

Hiç kimse rahmetli Özal’ın kalemi yerine gözlük ikame ederek onun dehasını yaşatabileceği hayaline kapılmamalıdır. Çünkü, ne siyaset bu kadar kolay, ne de tabiat bu kadar cömerttir.

Henüz daha 2 sene önce “Ben iş başına gelirsem, ekonomiyi 24 saatte kontrol altına alırım, enflasyonu da 8 ayda yüzde 30'’lara, 500 günde yüzde 10'lara düşürürüm" ” diye vaatte bulunan Sayın Başbakan, domates fiyatları düştüğü zaman, “İşte enflasyon böyle düşer” diye ortaya çıkan Sayın Başbakan, şimdi bugün, eğer şimdi bugün yüzde 73 enflasyon karşısında sessiz kalıyorsa, inandırıcılığını kaybetmesi de kaçınılmazdır.

Bakın, Sayın Başbakan bu yıl ki bütçe açığını 53 trilyon lira olarak öngören hükümetin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanıdır. Ama, Haziran ayından beri Başbakan olarak bütçe açığının 150 trilyon lira olacağını söylemektedir. Sayın Başbakanın bütçe açığı tahmini, 6 ayda 3 katı şaşmıştır. İşte, inandırıcılığı da bu kadardır, güvenilirliği bu kadardır. Halbuki ekonomiyi düzeltmenin ilk şartı; güvenilir yöneticilerin inandırıcı programlarla ortaya çıkmasıdır. Ayrıca unutmayalım ki, güven ve inandırıcılık siyasetçinin en önemli sermayesidir.

Sayın Başbakan, herkese bol keseden umut dağıtmaktadır. Adeta ortaçağda cennetin anahtarlarını vaat eden Papalara benzemektedir.

Güneydoğu halkına en son olarak da üniversiteye giremeyen gençlere bol keseden umutlar dağıttı.

Değerli arkadaşlarım,

Umut ticareti belki kısa vadede oy getirebilir; ama unutmayın, her umut ekiminin bir de haset zamanı vardır. Ayrıca unutulmamalıdır ki, Sayın Başbakan Ümraniye’deki çöp faciasına uğrayanlara Devlet Bakanı olarak verdiği sözü, yardım sözünü bugüne kadar Başbakan olarak daha yerine getirmedi. Geçen seçimlerde kendi Başbakanının millete verdiği sözlerin hiçbirisi ne bundan önceki Koalisyon Hükümeti tarafından, ne de bugünkü Koalisyon Hükümeti tarafından yerine getirilmedi. Yarın Güneydoğu’da yaşayan vatandaşlarımız, bugün kendilerine bol keseden vaat edilen cenneti eğer göremezlerse, eğer gençler kendilerine diploma diye verilen kağıt parçalarının hayatta hiçbir işlerine yaramadıklarını görürlerse, artık bu insanların devlete inanması mümkün müdür?

Değerli arkadaşlarım,

10 yıl önce bizim yüksek sesle savunduğumuz fikirlere karşı çıkanlar bugün aynı şeyleri mırıldanmakta, kendi UDİDEM modelleri iflas edince, çareyi bizim modellerimizi taklit etmede aramaktadırlar.

Ama Anavatan’ı 10 yıl geriden takip eden bu inançsız zihniyetin aradaki mesafeyi kapatması mümkün değildir. Tek bir saniyesini dahi heba etmememiz gereken bu geçiş yıllarını heba eden bu hükümetle Türkiye’yi 21 inci yüzyılın şartlarına hazırlayabilmek mümkün değildir.

Sevgili Anavatanlılar, değerli konuklar;

Terör, uzun bir süreden beri ülkemize musallat olan ve ne pahasına olursa olsun mutlaka durdurulması gereken bir musibettir. Terörle savaşmanın güçlükleri olduğu doğrudur. En güçlü ülkelerin bile ayrılıkçı terörle mücadelede uzun yıllar boyunca kesin bir çözüme ulaşamadıkları da bir gerçektir. Türkiye’de Koalisyon Hükümetinin kendi içindeki yaklaşım farklılıklarının, politikasızlığının ve her “Olağanüstü Hal” oylamasında yeniden ortaya çıkan akortsuzluğunun da bu mücadelede devleti zaafa uğrattığı bilinmektedir.

Ama bütün bunlar, bizim aklımızı karıştırıp tereddüde düşmemize sebep olmamalıdır ve bütün bunlar devleti bölmek isteyen eşkıyaya bu vatandan toprak koparabileceği ümidini vermemelidir.

Dost ve düşman herkes Türkiye’den bir karış, ama bir karış toprak koparmanın bile mümkün olmadığını kafasına çok iyi yerleştirmek zorundadır.

Bölücü eşkıya, bu vatanın ne ilk, ne de son düşmanıdır. Ama unutmasın, biz tarih boyunca düşmanlarıyla halleşmesini bilen bir milletiz.

Değerli arkadaşlarım,

Bölgede yaşayan vatandaşlarımızın şu anda en acil ihtiyaçları, can ve mal güvenliklerinin sağlanmasıdır. Toplu iğne başı kadar her yerde devletin hâkim olduğu, sadece hamasetten ibarettir. “Kuş bile geçmeyecek” denen sınırlarımız kevgire dönmüştür. Bölgede güvenli seyahat etme imkânı yoktur. Son bir yıl içerisinde Anavatan Partisi olarak iki belediye başkanımızı, bir ilçe başkanımızı ve bir il ikinci, başkanımızı bölücü teröre şehit verdik.

Ama, hepsini rahmetle andığımız bu arkadaşlarımızın içimizdeki acısına rağmen, bundan sonra da siyasî planda bölücü teröre karşı en kararlı mücadeleyi Anavatan Partisi olarak gene biz vereceğiz.

Bölücü eşkıyaya en uzak, ama bölgede yaşayan vatandaşlarımıza en yakın parti olmaya devam edeceğiz. Anavatan iktidarında bölücü eşkıya ve onun dış destekçileri karşılarında çok daha kararlı, bölgede yaşayan vatandaşlarımız ise çok daha güvenilir ve sıcak bir yönetim bulacaklardır.

Örneğin,bizim yönetimimizde, bölgenin kaderini değiştirecek olan GAP Projesi aylardan beri, neredeyse iki yıldan beri yüzüstü bırakılmış dururken, il il dolaşıp, trilyonlarca liralık propagandaya yönelik ekonomik paketler vaat etmek gibi hafiflikler yaşanmayacaktır.

Değerli arkadaşlarım,

Bölgede yaşayan vatandaşlarımızın durumunu anlayabilmek için, bu salondaki her birimizin kendimizi mutlak orada yaşayan vatandaşlarımızın yerine koymamız lazım.

Evet, bu salondaki her birimiz, onların zorluğunu, onların sıkıntısını anlamak için kendimizi orada yaşayan vatandaşlarımızın yerine koymalıyız. Çünkü, muhtemelen bu salondaki hiç birimiz daha can korkusuyla devlete sadakat imtihanından geçmedik.

Bir baba düşünün ki, oğlunun eşkıyaya kaybetmiş ve aynı insan geçici bir kadroda iş bulabilmek için siyasî partiler, iktidar partileri kendisinden rüşvet istiyorlar. Şimdi, bu babanın devlete sadakatte zorlanmaması mümkün müdür?

Değerli arkadaşlarım,

Bir süre önce Diyarbakır İl Kongremize katılmak için Diyarbakır’a gittim. Orada İl Kongremizden sonra bölgedeki iş adamlarıyla toplantı yaptım. Bana söyledikleri bir gerçeği, daha sonra tahkik edip doğru anladığım bir gerçeği ürpererek öğrendim. Bölgede yatırım yapacak olan işadamları bankaya gittikleri zaman, kredi talep ettikleri zaman, banka kendilerinden teminat olarak o bölgedeki gayrimenkulleri kabul etmiyor, Türkiye’nin batısında gayrimenkul teminatı istiyor. Bunu yapan da devlet bankası.

Değerli arkadaşlarım,

Bu gerçeğin yaşandığı bir ülkede fırsat eşitliğinin gerçekten olduğunu söyleyebilir miyiz? Fırsat eşitliğinin sözde kaldığını görmezlikten gelebilir miyiz? Bunları görmezlikten gelemeyeceğimiz gibi, bölgede okulları güvenlik nedeniyle kapalı olduğu için eğitim imkanından mahrum kalan binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce çocuğun da kaderine terk edilmesine seyirci kalamayız. Türkiye’den bir karış toprak vermeyiz. Eşkıyaya en ufak tavizi bile vermeyiz; ama, bu gerçeklerin hiçbirine de seyirci kalamayız.

Değerli arkadaşlarım,

Güneydoğu politikamızın en öncelikli hedefi devleti teröriste karşı üstün kılmak, insanlarımızın can ve mal güvenliklerini sağlamaktır. Bunun için de en başta devletin kendi zaaflarını gidermesi gerekir. Yaşanan tecrübeler göstermiştir ki, eşkıyaya karşı özel eğitilmiş birimlerle yapılan mücadelede başarı oranı çok daha yüksektir. Ayrıca, istihbarat ve koordinasyon yetersizliklerini ortadan kaldıracak yeni düzenlemelere ihtiyaç vardır. Meselenin dış boyutunun da artık daha ciddi biçimde ele alınması zamanı gelmiştir. Eğer bu mesele, Güneydoğu meselesi Türkiye’nin en hayatî meselesi ise teröre destek veren ülkelere kullanacağımız üslup da buna uygun olmalıdır, onların anlayacakları üslup olmalıdır. Bugüne kadar olduğu gibi cılız diplomatik girişimlerin arkasını getirmezsek, bu ülkeleri caydıracak yerde daha da teşvik etmiş olacağımızı bilmek zorundayız.

Değerli arkadaşlarım,

Bütün bu tedbirler alınsa bile meselenin kısa sürede kökünden çözümleneceği gibi bir yanılgıya da düşmemeliyiz. Bu mücadelenin kararlılık ve kararlılık kadar süreklilik isteyen bir mücadele olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Devletin terörle yaptığı meşru mücadelenin mutlaka hukuk kuralları içinde yürütülmesinin de takipçisi olmalıyız. Bu görev başka partilerin değil, evlerinde eşkıya saklayanların değil, en başta bizim , Anavatan Partisinin görevidir.

Değerli arkadaşlarım,

Bu meselede bir hususu daha unutmamamız lazım. Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tartışma konusu bile yapmadan Güneydoğu sorununun çözümüne katkı sağlayabilecek bütün önerileri demokratik bir biçimde tartışabilmeliyiz. Unutmayalım ki, bu sorununu çözemeyen bir Türkiye’nin lider ülke olabilmesi mümkün değildir.

Değerli arkadaşlarım,

Koalisyon Hükümetinin dış politikası tam bir perişanlık örneğidir. Bugün Azerbaycan’da, Bosna-Hersek’te, Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler dış politikamızın her alanda iflas ettiğini göstermektedir. Türkiye beceriksiz yöneticilerin elinde, maalesef dünyadaki gücünü ve ağırlığını günden güne kaybetmektedir. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Orta Asya ve Kafkasya’da 5 ayrı Türk Cumhuriyetinin kurulması büyük bir olaydır. Ancak ne yazık ki, Koalisyon Hükümeti bu olayın önemini idrak edememiş, 300 yıldan beri belki de Türkiye’nin önüne çıkmış olan bu en büyük imkânı değerlendirememiştir. Bu kardeş cumhuriyetlerin beklentilerine cevap verilememiş, yapılan anlaşmalar uygulanamamış, vaat edilen krediler açılamamış ve sonunda bu kardeş milletlerin ümitleri hayal kırıklığına dönüşmüştür. Uzun süren, bir asıra yakın süren Slav zulmünden kurtularak yeniden tarih sahnesine çıkan bu cumhuriyetlerden Azerbaycan, Moskova’nın öncülüğünde kurulan Bağımsız Devletler Topluluğu’na girmeyi reddetmiş ve her alanda Türkiye’yi örnek aldığını ilan etmiştir. Dünyada ilk defa Azerbaycan’ı tanıyan hükümet benim başbakanlığım dönemindeki ürk Hükümeti’dir.

Azerbaycan, haklı olarak Türkiye’ye büyük umutlar bağlamıştı; ama ne yazık ki, Koalisyon Hükümeti bu kardeş cumhuriyeti Ermenistan’ın tecavüzüne ve Moskova’nın siyasî baskılarına karşı yapayalnız bırakmıştır. Bununla da yetinilmemiştir; Ermenistan’a buğday yadımı yapılmıştır, enerji satmak için mukavele imzalanmıştır. Batı’dan Ermenistan’a yapılan askerî yardımların Türkiye’nin üzerinden geçmesine müsaade edilmiştir. Hükümet adına, aslında en sorumlu olması gereken ağızlardan yapılan birtakım sorumsuz beyanlarla, Türkiye’nin bir Ermeni tecavüzüne seyirci kalacağı mesajı verilmiştir.

Sayın Elçibey’in bütün talepleri Koalisyon Hükümeti tarafından cevapsız bırakılmış, savaşta yaralananların tahliyesi için istenen 4 tane helikopter bile bu kardeş millete çok görülmüştür.

Rus 7 nci ordusunun desteğiyle Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgal edilmesi Başbakan Elçibey’in durumunu sarsmış ve sonunda Moskova’nın desteğiyle demokratik yönetime karşı bir darbe yapılmıştır. Koalisyon hükümetinin basiretsizliği ve korkaklığı sonucunda bugün Bakü’de, artık Ankara dostu değil, Moskova yanlısı bir yönetim vardır.

Değerli arkadaşlarım,

Bugün gelinen noktada Azerbaycan devletinin varlığı söz konusudur. Topraklarının beşte biri işgal edilmiştir. 1 milyon insan evlerini, mallarını terk edip yollara düşmüştür. Azeri kardeşlerimizin Türkiye’ye olan güveni sarsılmıştır.

Dün Bakü’de Azeriler Türk tırlarına saldırmışlardır. İşgalden kaçan bir Azerinin televizyondaki, “İhanet uğradık, yalnız bırakıldık” sözleri aslında Ankara’ya yöneliktir.

Ama değerli arkadaşlarım, Azeri kardeşlerimiz şunu bilsinler: Eğer yalnız bırakılmışlarsa, Türk milleti tarafından değil, koalisyon hükümeti tarafından yalnız bırakılmışlardır.

Ne var ki, yalnız bırakılan sadece onlar değildir. Türkiye’nin görüntüsü Balkanlarda da büyük darbe yemiştir. Yugoslavya’nın bölünmesi sonucu ortaya çıkan yeni tabloda, milyonlarca insan, din kardeşimiz olan, tarihimizi, kültürümüzü paylaştığımız milyonlarca insan ümidini Ankara’ya bağlamıştı. Bugün maalesef bu ümitler de tümüyle boşa çıkmıştır.

Bugünkü Koalisyon Hükümeti, olaylardan kaçarak meseleyi adeta havale ederek merci aramıştır. Neticesiz kalan dış ziyaretlerle, samimiyetsiz beyanlarla, Müslüman Boşnaklar Sırpların zulmüne terk edilmiştir.

Kıbrıs millî davamız, Koalisyon Hükümetinin yönetiminde tavizkâr bir mecraya sokulmuştur. 19 yıldan beri barışın hakim olduğu, soydaşlarımızın huzur içinde yaşadığı bir dönemde durup dururken taviz verebileceği mesajı ve intibaı verilmiştir.

Sayın Denktaş, dış baskılara karşı yalnız bırakılmış, hatta uzlaşmazlıkla suçlanmıştır.

Maraş’ın Rumlara verilebileceği beyanı, bize göre sadece bir gaf değildir, aynı zamanda bir suçtur. Ancak, herkes ve özellikle Koalisyon Hükümeti şunu iyi bilmelidir ki, Kıbrıs millî meselesi Kıbrıs Türk’ü, Türk milleti ve Parlamentosunun onayı olmadan çözümlenemez. Hiçbir hükümetin de bu güçleri aşarak Kıbrıs üzerinden taviz vermeye gücü yetmez.

Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak bugün kadar izlenen politikayı artık yeniden gözden geçirmek zamanı gelmiştir. Çünkü, Rum tarafının federasyonu nihaî bir çözüm olarak değil, zaman içerisinde aşacakları geçici bir çözüm olarak benimseyebileceği artık apaçık ortaya çıkmıştır. Nihaî amaç, kamuoyundan da gözlemedikleri gibi, adanın tamamını Rum egemenliği altına sokmaktır. Birleşmiş Milletler gözetimindeki müzakereler artık iki eşit toplum arasındaki bir uzlaşma arayışı olmaktan çıkmış, baskıyla çözüm empoze etme çabasına dönüşmüştür. Eğer bu noktada kararlı bir tepki ortaya konulamazsa, Kıbrıs meselesinin geleceği karanlıktır.

Değerli arkadaşlarım,

Koalisyon Hükümetinin dış politikası sadece iç tüketime yöneliktir. İki senede hiçbir mesele halledilememiş, yeni dünya şartlarında genişlemesi gereken millî menfaatlerimiz, aksine gerilemiştir.

Bugün hükümetin, bırakın ayak uydurabilmeyi, takip etmekten bile aciz kaldığı yeni bir dünya düzeninin eşiğindeyiz. Önümüzdeki dönemde dünyadaki ihtilaflar muhtemelen ideoloji farklılıklarından değil, medeniyet, kültür ve din farklılıklarından kaynaklanacaktır. Türkiye’nin dış politikasını bu yeni dünya şartlarına göre gözden geçirmesi ve uzun vadeli esaslara oturtması şarttır. Bütün dünyanın büyük devlet gözüyle baktığı bir ülkenin, bu kadar pısırık davranmaya hakkı yoktur. Huzurunuzda dış Türk dünyasına şu mesajı vermek istiyorum: Anavatan Partisi yeniden iktidara döndüğü günden itibaren Türkiye’den ümitlerinizi cevapsız bırakmayacaktır.

Bugünkü küçük dış politika terk edilecek, Türk dünyasının büyük ufuklarına yakışır yeni bir dış politika izlenecektir.

Bugünkü küçük dış politika terk edilecek, Türk dünyasının büyük ufuklarına yakışır yeni bir dış politika izlenecektir.

Değerli arkadaşlarım, değerli konuklar;

Uzun bir süreden beri Türkiye’nin birçok önemli sorunla karşı karşıya olduğu bir gerçektir. Her biri büyük önem taşıyan bu sorunların öncelik sırası da zaman içinde değişmektedir. Ama, hiçbir güzel sözün ardına saklanmadan, tevil yoluna filan sapmadan, huzurunuzda açıkça ifade etmek isterim ki, günümüzde Türkiye’nin başındaki asıl büyük musibet siyasî yozlaşmadır.

Bir milletin iyi günleri olduğu gibi kötü günleri de olur, bu son derece doğaldır. Milletler bu kötü günlerini, kendilerini millet yapan dinî, ahlakî, kültürel ve hukukî ilkelerine sımsıkı sarılarak aşarlar. Siyasî yozlaşma ve onun kaçınılmaz bir uzantısı olan ekonomik yozlaşma işte bütün bu değerlerin,bütün bu ilkelerin özel ve şahsî çıkar sağlamak için edepsizce ihlal edilmesi demektir.

Siyasî kayırmacılık, partizanlık, iltimas, rüşvet, yolsuzluk hep bu yozlaşmanın alâmetleridir. Türkiye’de siyasî yozlaşmanın bir başka şekli de, siyasilerin oylarını arttırabilmek için aşırı vaatlerle ve yalanlarla seçmeni yanıltmalarıdır. Bu sadece seçmeni aşağılayan bir tutum değildir. Bu aynı zamanda demokrasiyi yaralayan bir tutumdur.

Değerli arkadaşlarım,

Şimdi hep birlikte şu son seçimde yaşadıklarımızı bir hatırlayalım.

Hatırlayın, milleti kandırmak için söylenen yalanları hatırlayın. Bizi millete kötülemek için bize yapılan iftiraları hatırlayın. Ben o zaman da söyledim; bakın bugün olaylar beni haklı çıkardı. Aslında bütün bu iftiraların sebebi, müstakbel yolsuzluklara kılıf hazırlamaktır dedim. Şimdi, Sayın Başbakan televizyona çıkıp milletin gözünün içine baka baka bu işten ne kadar rahatsız olduğunu, nasıl içinin kan ağladığını söylüyor. Kendisine bir şartla inanırım: İşte kamuoyunun önünde iki tane rezalet var; bir İLKSAN rezaleti var, bir de İSKİ rezaleti var. Eğer Başbakan samimiyse, bu iki rezaletin de üstüne gitsin. Öyle göstermelik filan değil, samimi olarak gitsin.

Çünkü değerli arkadaşlarım, İLKSAN rezaleti aslında Doğru Yol Partisinin kamburudur. Bugüne kadar soruşturulan, yargıya intikal ettiği söylenen sadece İLKSAN’daki hepsi memur olan Yönetim Kurulu üyeleriyle ilgili olarak yapılmış soruşturmanın sonuçlarıdır. Başbakanın incelettirmesi gereken, örtbas etmemesi gereken husus; İLKSAN rezaletinin siyasî bağlantılarıdır. Yani, o memurlara emir veren siyasîlerdir, onları yolsuzluğa azmettiren siyasîlerdir.

Ve İSKİ rezaletinde mesele; yeni, bu trilyonluk yolsuzluklar, trilyonluk ihaleler, trilyonluk borçlanmalar bir tek genel müdürün yetkisiyle yapılabilecek işler değildir. Bütün bunlar, Yönetim Kurulundan geçen şeşlerdir, Yönetim Kurulu kararlarıdır. Yönetim Kurulunun da bu soruşturmanın içine alınması lazım. O Yönetim Kurulunun Başkanlığını yapan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanının bir gün bile tutulmadan görevinden alınması lazım. Bu rezaletin belediyeyle ve açıkça söylüyorum. Koalisyon ortaya SHP ile olan ilişkisinin açıkça ortaya konulması lazım.

Ama, değerli arkadaşlarım, Başbakan, bu iki olayın üstüne de benim dediğim çerçevede gidemez. Gidemez; çünkü bilir ki, İSKİ olayının üzerine giderse altından kendi partisi çıkacaktır. Çünkü bilir ki, İSKİ olayının üstüne giderse arkasından koalisyon ortağı çıkacaktır.

Aslında, bir haklarını teslim etmemiz lazım: Koalisyon ortakları, yolsuzluklarla mücadele konusunda ne kadar samimi olduklarını, yani ne kadar samimiyetsizlikten uzak olduklarını bu iki olayda ortaya koymuşlardır. Yolsuzlukta berabere kalmışlardır. 1-1 berabere kalmışlardır.

Değerli arkadaşlarım,

Bütün bunları niçin söylüyorum, bütün bunları niye sık sık gündeme getiriyoruz, siyasî ve ekonomik yozlaşmaya niçin bu kadar önem veriyoruz? Çünkü ben inanıyorum ki, siyasî yozlaşma, terör belasından da, ekonomi canavarından da Türkiye’nin gündemindeki bütün diğer sorunlardan da daha tehlikelidir.

Neden daha tehlikelidir? Çünkü, siyasî yozlaşmaya uğramış kadroların, yozlaşan kadroların; ne terör, ne ekonomi, ne de diğer konularda doğru çözümler getirmeleri, doğru kararlar alabilmeleri mümkün değildir. Onlar karar alırken, memleketin menfaatini değil, kendi menfaatlerini düşüneceklerdir, kendi sahsî menfaatlerini, kendi parti menfaatlerini düşüneceklerdir.

Bugün Türkiye’nin bir değişim ihtiyacı içinde olduğunu daha önce söyledim. Ama, burada kesin bir inancımı bir defa daha vurgulamak istiyorum: Günümüzde siyasî yozlaşmanın üstüne gitmeyen, onu ıslaha yönelik olmayan hiçbir değişim, hiçbir reform, arkasına ne kadar rüzgar alırsa alsın, basın ne kadar pompalarsa pompalasın, başarı şansına falan sahip değildir.

Türkiye’de siyasî yozlaşmaya el atmayan Hükümet, ülkemizi bir refah toplumu yapmaya yönelik değişimi gerçekleştiremez. Bizim gibi Müslüman toplumlar, huzur ve mutluluğu adalette bulurlar. Ortak tarihî mirasımız, mülkün temelinin refahta değil, adalette olduğunu bize söylüyor.

Siyasî ve ekonomik yozlaşmaya dur diyemezsek, insanlarımızın adalet duygularını da rencide etmeye devam edeceğiz demektir.

Değeri arkadaşlarım,

Siyasî yozlaşmaya, ekonomik çürümeye son vermenin bir tek gerçekçe yolu vardır; o da, devleti küçültmektir. Devletin verimsiz yaptığı birtakım işleri, devletin sırtından atması, bunun yerine; adalet gibi, iç güvenlik gibi, savunma gibi aslî görevlerine teksif olması ve bu alanlarda daha etkin hale gelmesi lazımdır. Yani aslında, küçülen devlet, aslî görevlerini layıkıyla yapan daha güçlü devlet demektir. Böyle bir devlet, kural koyacaktır, denetleyecektir; ama, fertlerle rekabete girişmeyecektir. Tersine, fertlerin önündeki engelleri kaldıracak ve kendi zenginliğini, milletinin zenginliğinden arayacaktır.

Türkiye’de devleti küçültmek gereğine, bunu bilincine ilk varan parti ve Türkiye’nin kaderin o yönde değiştiren, ilk adımları atan parti, bugün Genel Başkanı olmakla iftihar ettiğim Anavatan Partisi’dir.

Değerli arkadaşlarım,

Evet, devleti küçültmemiz lazım, devleti aslî görevlerini daha iyi yapacak şekilde kendi alanına çekmemiz lazım. Ama bütün bunlar, bugünden yarına yapılabilecek işler değil. Türkiye’nin ise, bu siyasî yozlaşmaya, bu ekonomik yozlaşmaya bir gün bile daha fazla tahammülü kalmamıştır. Onun için, bu yozlaşmayı önlemek için siyasî ve yasal alanda birtakım süratli değişiklikleri gerçekleştirmemiz gerekiyor.

Burada da bütün siyasî partilere görev düşmektedir. Temiz siyaset, ancak temiz siyasetçilerle mümkündür. Partiler olarak siyasete girenleri, en azından siyasî ve ekonomik yozlaşma açısından denetleyebilmeliyiz. Siyasetçilerin, siyaseti kendi maddî çıkarları için kullanmalarına engel olacak düzenlemeleri, yasal alanda olduğu gibi kendi bünyemizde de alabilmeliyiz.

Devlet görevlerine ilişkin ihale ve ceza yasalarında yapılacak değişiklikler, ancak üzerinde iyi düşünülürse, bütün boşlukları kapatılabilir ve en önemlisi, yargı mekanizması daha hızlı çalışabilecek hale getirilebilirse bir anlam kazanacaktır.

Değişim programımızın en önemli unsurlardan biri de, zaten adalet sistemimizi hızlı işleyen çağdaş bir yapıya kavuşturmaktır. Adaletin çabuklaştırılması için ihtisas mahkemeleri uygulamasını yaygınlaştırmalıyız. Yargı bağımsızlığını hiçbir şekilde zedelememeliyiz. Yasalarımızı günün koşullarına mutlaka uydurmalıyız.

Değerli arkadaşlarım,

İkinci değişim programımızdaki çok önemli bir konu da, vergi reformudur Verdi reformu, sadece Türkiye’de enflasyonun en önemli nedeni olan kamu açıklarını gidermeye yönelik bir girişim olarak düşünülmemelidir. Daha da önemlisi; vergi sistemi, bir devletin devlet olduğunu ve adilliğini gösteren bir ölçüdür. Gelişmişliğin temelinde de bu yatmaktadır.

Vatandaşlar, vergi verdikleri ölçüde devlete sahip çıkacaklar, devletin harcamalarını denetleyebileceklerdir. Vergi reform önerimiz, vergi oranlarını büyük ölçüde düşürmeye ve vergiyi tabana yaymayı hedeflemektedir. Adil, basit ve ekonomik gelişmeyi teşvik edici bir vergi sistemi öneriyoruz.

Özelleştirme alanında 1980’li yıllarda önemli altyapı hazırlıklarımız oldu. Bu altyapı hazırlıklarını önümüzdeki dönemde parti felsefemize uygun bir şekilde hızlı bir özelleştirmeye dönüştürecek birikime sahibiz. Özelleştirmenin sosyal yönünü ve ulusal güvenlikle çıkarlarımızla olan ilişkisini de hiçbir zaman gözardı edemeyiz.

Gerek vergi reformu, gerek özelleştirme ve gerekse devletin ekonomik rolünü azaltacak programlarımızla, Türkiye’de kronikleşmiş olan enflasyonu düşürmemiz mümkün olabilecektir.

Türkiye’nin en önemli ekonomik ve toplumsal sorunuysa, aslında işsizliktir. Bugün bütün gelişmiş ülkelerde en önemli sorun, gene işsizlik sorunudur. Enflasyon, Türkiye’de işsizlik sorununu çözümünde en büyük engellerden birisidir. Yüksek enflasyon ortamında üretkenliği, verimliliği ve istihdamı arttıracak yatırım kararlarının alınabilmesi çok zordur. İstikrarlı bir ekonomik ortam sağlanması, yatırım yapacak olan girişimciler için en önemli teşviktir.

Türkiye, çok yakın bir tarihte Avrupa Topluluğu ile Gümrük Birliğine girecektir. Bu birliğin ülkemizin yararına olacak en iyi koşullarda ve şekilde gerçekleşmesi büyük önem taşımaktadır.

Türkiye, dünyada yakın geçmişte gerçekleşen siyasal ve ekonomik olaylardan ekonomik ve siyasî önemi daha da artarak çıkmıştır. Türkiye’nin önünde bulunan alternatiflerin değerlendirilmesi ve gümrük birliği koşullarının bu değerlendirmeleri ışığında yapılması büyük önem kazanmaktadır.

Değerli arkadaşlarım,

Eğitim alanında büyük atılımlar gereklidir. Çağımız, bilgi ve yenilik çağıdır. Eğitim sistemimiz çağın çok grisinde kalmıştır. Eğitim sistemimizin her kademesinde ezber yerine yaratıcılığı, eleştirel düşünmeyi ve araştırmayı temel alan değişiklikleri bir an önce gerçekleştirmek zorundayız.

Kalkınmanın temel unsuru; düşünen ve üreten insandır, yaratıcı insandır. İnsan sermayesine yönelik bu yönde yapacağımız her yatırım, çok daha fazlasıyla topluma geri dönecektir.

Burada, öğretmenlerimizin yaşam koşullarını ve eğitim olanaklarını iyileştirmek büyük önem taşıyor. Yüksek öğretimde araştırmaya büyük kaynaklar ayırmak zorundayız. Artık her düzey öğretimde nicelik değil, nitelik esas olmuştur. Bu durum yüksek öğretim için daha da önemlidir.

Gerekli öğretim kadrosunu ve araştırma olanaklarını sağlamadan, üniversitelere gerekli bütçeyi vermeden üniversite sayısını attırmakla sadece kendimizi kandırabiliriz. Bütün bunlar yapılmadan 440 bin öğrenciyi açık öğretime sokmakla, diplomalı işsiz sayısını arttırmaktan, toplumsal sorunları çözüyor gibi gözüküp, aslında çözümsüzlüğe itmekten başka hiçbir şey yapmış olmayız. Asıl olan; gençlerimize iş imkânları sağlayacak olan, iş olanaklarının bulunduğu alanlarda nitelikli öğretim vermek, onların ülke ekonomisine katkıda bulunmalarını sağlamaktır.

Eğitim alanında özel sektörün gelişmesi için gerekli ortam mutlaka hazırlanmalıdır. YÖK, yüksek öğretimde sadece koordinasyondan sorumlu bir kuruluş haline getirilmelidir. Sağlık alanındaki yetersizliklerimiz, kadavra görmeden mezun olan tıp fakültesi mezunlarımızdan aylar sonrasına gün veren hastanelerimize kadar uzanmaktadır.

Sağlık alanında önleyici ve koruyucu önlemlere ağırlık verirken, bölge hastaneleri projesini mutlaka geliştirmeliyiz. Özel sağlık kurumlarını teşvik etmeliyiz. Ülkede yaşayan herkese karşı devletin sağlık konusunda sorumluluğu olduğunu idrak etmeliyiz.

Hızla kentleşen ülkemizde çarpık kentleşmenin ortaya çıkardığı sorunlar, toplumsal adaletsizliğin ve huzursuzluğun da kaynağını oluşturmaktadır. Özellikle, büyüyen kentlerde kentsel rantları en aza indirip yok edecek yeni bir düzenli kentleşmeyi, ulusal standartlarıyla mutlaka gerçekleştirmeliyiz. Hazine arazilerinin satımını mafyalar değil, devlet gerçekleştirilmelidir. Kentlerin imar planlarında, yolsuzluklardan arınmış bir şekilde uygulamaya geçmesi için mutlaka kurumsal düzenlemelere ihtiyaç vardır.

Değerli arkadaşlarım,

Türkiye’nin temel sorunlarından birisi de, devletin yapısıdır. Devletin yeniden yapılanmasında bürokrasiyi en aza indirecek, verilen hizmetlerde etkinliği arttıracak önlemlere ihtiyaç vardır.

Yerelleşme, hem bu amaçlara hizmet edecek, hem de demokratik katılımı arttıracak bir yöntemdir. 1980’li yıllarda başlattığımız yerel yönetimlere kaynak sağlama çabalarımızı daha da arttırarak, idarî alanlarda da yerel yönetimlere yeni sorumluluklar vermeliyiz.

Demokratikleşmeye ivme kazandırarak, seçme ve seçilme yaşını indirmeliyiz. Siyasî katılımı yasaklayan anayasal ve yasal engelleri kaldırmalıyız. Türkiye’de siyasî istikrara hizmet edecek adil bir seçim sistemi üzerinde bir an önce ve süratle çalışmalıyız.

Bizim, seçim sistemiyle ilgili olarak Anavatan Partisi olarak getirdiğimiz öneri; iki türlü, dar bölgeyi esas alan seçim sistemidir. Günümüzün hızla değişen koşullarında, detaylar yerine ilkeleri temel alan yeni bir anayasanın gerektiği de her gün biraz daha ortaya çıkmaktadır.

Ülkemizin içinde bulunduğu bunalımları aşmak, istikrarlı, zengin ve demokratik bir Türkiye yaratmak için; ekonomi, adalet eğitim, sağlık, kentleşme ve demokratikleşme gibi temel alanlarda önerdiğimiz bu atılımlara acilen ihtiyaç vardır. Bu atılımlara acilen ihtiyaç vardır; çünkü, Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktur.

Değerli arkadaşlarım, sevgili Anavatanlılar;

Gördüğünüz gibi, Anavatan Partisinin açtığı yolda daha yapacak çok işimiz vardır. Önümüzdeki hedefler çetin hedeflerdir. Bu hedeflere varmamız için önümüzde büyük güçlükler vardır. Bu güçlükleri aşabilmek için, bu hedeflere ulaşabilmek için, bu güçlükleri aşma irademizin daha güçlü olmasına ihtiyaç vardır.

Ama, biz geçmişte bütün bu güçlükleri aştık. Geçmişte bizim önümüze çok engeller çıkartıldı. Ama, sizlerin desteğiyle, sizlerle elbirliğiyle, bizim üzerimizde oynanan bütün oyunları bozduk. Bize kurulan bütün tuzakları boşa çıkardık. Bundan sonra da sloganlara takılmadan, sözde değişim fırtınalarında boğulmadan işimize bakmak zorundayız.

Bakın, milletimiz bugün adeta 1970’li yılların sonundakini hatırlatır biçimde sisteme karşı bir umutsuzluk içerisindedir. Ama ben, gittiğim bütün meydanlarda vatandaşlarımıza hep aynı şeyi söylüyorum. Tekrar tekrar söylüyorum: Umutsuzluğa kapılmak için sebep yoktur. Çünkü, bugünkü Türkiye, 1970’li yılların sonundaki Türkiye değildir. Bugünkü Türkiye’yi 1970’li yılların sonundaki Türkiye’den ayıran en önemli fark; Anavatan Partisidir.

Bundan sonra da sizlerle birlikte, hepinizle birlikte önümüzdeki güçlükleri aşıp, önümüzdeki hedeflere ulaşmak için yürümeye devam edeceğiz.

Milletimize yapamayacağımız hiçbir vaatte bulunmadan, ama verdiğimiz her sözü mutlaka yerin getirerek, siyasette alışılmış olsun olmasın, bütün gerçekleri milletimizle paylaşarak yolumuza devam edeceğiz.

Bu yolda ilerlerken, benim için en büyük güç kaynağı sizlersiniz, en büyük güvencem Anavatan camiasıdır.

İktidardan muhalefete düştüğümüz geçtiğimiz günlerde, daha sonra Türkiye’yi yöneten bugünkü koalisyonun, her güçlüğe düştüğü, her tıkandığı dönemde birtakım formülleri, birtakım sunî, siyasî berberlikleri, birtakım koalisyon formüllerini birtakım çevreler pişirip pişirip Türkiye’nin önüne sürerler.

Değerli arkadaşlarım,

Bana bugüne kadar siyasette en büyük güç veren, en büyük moral kazandıran olay; Anavatan camiasında üyesinden Merkez Karar Yönetim Kurulu üyelerine kadar, Anavatan camiasında hiçbir arkadaşımın, iktidara çok düşkün oldukları iddia edilen, iktidar nimetlerine kavuşmak için her çareye başvuracakları ileri sürülen bir tek arkadaşımın bile bu tür sunî koalisyon formüllerine itibar etmem hususunda herhangi bir telkinde bulunmaması olmuştur.

Bütün arkadaşlarım, istisnasız. Tek bir istisnasız bütün arkadaşlarım,tam tersine, bize dışarıdan empoze edilmek istenen bu sunî formüllere Anavatan Partisi olarak yüz vermememiz gerektiğini, sabırlı olmamız gerektiğini telkin ettiler. Bunun için hepinize minnettarım.

Türkiye’de ülkenin sorunlarının üstesinden gelebilmemize yardımcı olabilecek, siyasî istikrarı sağlayacak bir siyasî bütünleşmeyi belki de benim kadar arzulayan hiç kimse yoktur. Ama, bunun yolu sunî birleşmeler değildir; bunun yolu sandıktır, bunun yolu erken seçimdir. Siyasî birleşmeyi isteyen, Türkiye’nin sorunlarının çıkış yolunu siyasî bütünleşmede gören herkesi erken seçime davet ediyorum.

Değerli arkadaşlarım,

Unutmayalım ki, bugünkü Türkiye’nin bize her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır.

Türkiye’nin bize daha fazla ihtiyacı var. Çünkü, iki yıldan beri Türkiye’yi idare edenler, hevesler ile hedefleri birbirine karıştıran acemilerdir.

Türkiye’nin bize bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Çünkü, çağı doğru okuyan, Türkiye’nin sorunların bilen, sadece sorunlarını değil, o sorunların çözüm yollarını da bilen en yetenekli kadrolar Anavatan’dadır. Onun için, Türkiye’nin geleceği Anavatan’dadır.

Değerli arkadaşlarım,

Başta söyledim. Tekrar söylüyorum; önümüzdeki hedeflere ulaşabilmemiz, sadece bizim parti olarak hedefimize ulaşmamız yetmez; Türkiye’yi, Türkiye için tasarladığımız büyük hedeflere ulaştırabilmemiz, benim, birimizin, birkaçımızın değil; hepimizin katkısına, hepimizin emeğine, hepimizin alın terine bağlıdır. Bu davayı ancak sizlerle birlikte başarıya ulaştırabiliriz.

Onun için, en başta size güveniyorum. Bizi kendimden ayır değil, kendimi sizlerin bir parçası olarak düşünüyorum.

Hiçbir zaman, ne dün, ne bugün; hiçbir zaman siyasette kurtarıcılara filan inanmadım. Sizlerden de kurtarıcılara filan inanmamanızı istiyorum, iktidarın kişiselleştirilmesine karşı çıkmanızı istiyorum,s iradenizi hür bir biçimde tam olarak kullanmanızı istiyorum; benim arkamdan gelmenizi değil, benim yanımda olmanızı, bu sorunları benimle birlikte göğüslemenizi istiyorum.

Değerli arkadaşlarım,

Sizlerle birlikte aşamayacağımız hiçbir güçlük yoktur, Sizlerle birlikte ulaşamayacağımız hiçbir hedef yoktur. Bizim yolumuzu kesme isteyenlerin bütün çabaları da bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da boşa çıkmaya mahkumdur. Gayret bizden, hepimizden, destek milletimizden, takdir Yüce Allah’tandır.

Hepinize saygılar, sevgiler sunuyorum.