DIŞİŞLERİ BAKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
BAKANLIĞININ BÜTÇESİ ÜZERİNDE YAPTIĞI KONUŞMA

18 Nisan 1988 Pazartesi

* * *

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Rize) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; evvela, Bakanlığının bütçesi üzerinde, görüşlerini, eleştirilerini, dileklerini dile getiren bakanlığımın icraatı üzerindeki görüşlerini bu kürsüde ifade eden sayın grup sözcülerine teşekkürlerimi sunuyorum.

Hükümetimizin, geçtiğimiz dönem içerisindeki dış politikaya ilişkin uygulamalarını, bu uygulamalara esas teşkil eden değerlendirmelerimizi ve şu anda gündemimizi teşkil eden dış gelişmelere ilişkin görüşlerimizi, sizlere dağıtmış olduğumuz kitapçıkta oldukça detaylı biçimde dile getirdim. Burada bunu tekrarlamak niyetinde değilim. Benim burada yapmak istediğim daha çok icraatımız üzerinde eleştirilerini dile getiren sayın milletvekillerine bu eleştirilerine ilişkin cevaplarımızı sunmak olacaktır.

Sayın milletvekilleri, dış politika barışa yönelik bir tedbirler manzumesidir. Evvela dış politikayı böyle anlamamız gerekir. Barışa yönelik bir tedbirler manzumesidir. Evvela dış politikayı böyle anlamamız gerekir. Dış politika alanında ne yapılacaksa, hangi tedbirler uygulanacaksa bunlar mutlaka barışa yönelik, barışa dayalı ve barışçı araçlarla yapılmak durumundadır.

Dış politikanın bir ikinci özelliği de gerçekçi olmayı gerektirmesidir; dış politikada abartmalı sözlere, birtakım retoriklere yer yoktur, yani ihtilaflı olduğunuz kimseleri yaprak gibi titretmek , onların kafasına gök kubbeyi geçirmek dış politika uygulamaları olamaz. (ANAP sıralarından alkışlar) Bunlar sadece iç politika kaygılarıyla söylenmiş olan, aslında dış politikaya zarar verecek sözlerdir. Bunların olduğu yerde dış politikaya gerek yoktur; dış politikayla netice alamadığınız zaman ancak bu tedbirlere başvurabilirsiniz. Onun için, benim buradaki konuşmam, hükümetimizin önümüzdeki dönemdeki icraatı, tıpkı şu geçtiğimiz dönemdeki icraatımızı gibi barışçı sınırlar içerisinde olmak durumundadır. Dış politikanın bu anlayışına uygun olmak zorundadır. Aslında bütün bu ihtiyatsız söylenmiş sözlere, bu kürsüde de zaman zaman ifade edilen birtakım üslup farklılıklarına, birtakım farklı yaklaşımlara rağmen memnuniyetle tespit etmek durumundayız ki, Türkiye’de dış politikanın, bizi bir çok ülkelerden ayıran bir temel özelliği var; dış politikada Türkiye’de temel hedefler konusunda aramızda hiçbir ayırım yoktur. Bu görüşmelerin de bir defa daha teyit ettiği üzere, ne Anamuhalefet Partisiyle, ne de diğer muhalefet partisiyle temel meselelerimizde, temel hedefler itibariyle aramızda hiçbir farklılık yoktur. Bunu, Türk dış politikasının en güçlü unsurlarından biri olarak burada bir defa daha ifade etmekten büyük mutluluk duyuyorum. Aramızdaki ayrılıklar daha çok üslup farklarındadır. Şüphesiz bazı yaklaşım farklılıklarımız da vardır ve şüphesiz bunlar bol miktarda iç politika motifleriyle doludur; ama, bana, Dışişleri Bakanlığına asıl güç verecek olan bu ayrılıklar değil, aramızdaki benzerliklerdir, ortaklıklardır. Bu ortaklıkları, bu benzerlikleri, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonraki dönemde de olanca ağırlığıyla kullanacağımızı ve bunu dış politikamızın yürütülmesinde bize en fazla güç veren unsur olarak gördüğümüzü burada bir defa daha vurgulamak istiyorum.

Sayın milletvekilleri, devletlerarasındaki ihtilafların çeşitleri vardır; öyle ihtilaflar vardır ki, yanlış anlamalardan konaklanır; küçük ihtilaflardır. Eğer iki ülke, aralarında ihtilaf olan ülkeler iyi niyetle, ortak bir anlayışla meselelerin üzerine eğilirlerse bu küçük ihtilafları çözmek mümkündür; ama, öyle ihtilaflar vardır ki daha köklüdürler; bu ihtilafları kısa vadede çözmek mümkün olmayabilir; iyi niyete rağmen olmayabilir. Ortak yaklaşıma, bu ihtilafları çözme hususundaki ortak iradeye rağmen bu ihtilafları kısa vadede çözemezsiniz. Bunlar zaman gerektirirler; ama, bunları da orta vadede, uzun vadede çözebilirsiniz bunları da orta vadede, uzun vadede çözebilirsiniz ve nihayet öyle ihtilaflar vardır ki, tarafların tutumları kemikleşmiştir, bu ihtilafları hiçbir zaman çözemezsiniz; o ihtilaflarla beraber yaşamaya mecbursunuzdur. Sayın İnan’ın, ifade ettiği gibi, komşularınızı seçme ve değiştirme hakkınız olmayacağına göre, komşularınızla ihtilaflarınızda, birlikte yaşamınız gereken ihtilaflar da olabilir.

Şimdi, bakınız, örnek olarak burada zannediyorum, sabahki görüşmelerin en geniş bölümünü kapsayan Türk – Yunan ilişkilerine değinmek istiyorum, Yunanistan’la bizim önemli sorunlarımız vardır, önemli ihtilaflarımız vardır, köklü ihtilaflarımız vardır. Bu ihtilaflarımızın çözümü konusunda belli bir tecrübemiz vardır, yani bu ihtilaflar bugün ortaya çıkmamıştır; bu ihtilaflar uzun bir zamanı kapsamaktadır. Bu uzun zaman içerisinde, bu ihtilafların gelişiminde farklı birtakım yöntemler uygulanmıştır; 1980’lere kadar devam eden bir diyalog mekanizması vardır. Yani, Davos’ta başlayan diyalog süreci, Yunanistan’la aramızda ilk defa başlayan bir süreç değil; 1980’e kadar devam eden bir diyalog sürecimiz vardır. 1980’lerin başından Davos’a kadar yedi sene boyunca süren bir gerginlik dönemimiz vardır ve nihayet Davos’ta başlayan, bu sene 30 Ocak tarihinde, iki başbakan arasında imzalanan bir protokolle başlatılan yeni bir diyalog süreci vardır.

Şimdi, bu yeni başlayan süreci, çeşitli yönleriyle eleştirmek mümkündür, yani şu aradan geçen ikibuçuk ay içerisindeki neticeleri itibarıyla yetersiz görmek, sayın muhalefet sözcülerinin ifade ettikleri gibi, değerlendirmek mümkündür. Bu sürece çok büyük ümitler, büyük beklentiler bağlamak da mümkündür; bana göre, ikisi de yanlıştır. Çünkü, bu sürecin dayandığı en önemli farklılık şuradadır: Bugüne kadar Yunanistan’la giriştiğimiz çeşitli diyalog denemelerinin hiçbirisi kapsam itibariyle Davos’ta başlayan diyalogla benzerlik göstermemektedir; onlar, sadece mevzi ihtilafları, sadece belli konulardaki ihtilafları konu alan diyaloglar olmuşlardır. Geniş ölçüde kıta sahanlığı ihtilafını konu alan bir diyalogu yaşadık, hiçbir netice alamadık.

Davos’ta getirilen yenilik, esas itibarıyla birinci önemli yenilik, bu diyalogun kapsamının Türk – Yunan ilişkilerinin bütününe teşmil edilmesidir. İkincisi, yeni başlayan bu diyalog sürecinde, kapsamı yanında, tarafların yaklaşımında da önemli bir farklılık olduğunu ifade etmek durumundayım. Yedi sene devam eden bir gerginlik politikasının ne iki ülkenin çıkarlarına, ne de ihtilafların çözümüne yardımcı olmadığı gerçeğinden hareketle, hatta bu çözümsüzlüğün sorunları daha da ağırlaştırdığını, zaman içerisinde mevcut ihtilaflara yeni bazı ihtilaflar eklediği gerçeğinden hareketle, Davos’taki yeni diyalog sürecine her iki ülke daha gerçekçi bir yaklaşımla başlamaktadırlar ve nihayet bu diyalog süreci, eskilerinden farklı olarak, en üst düzeyde gerçekleştirilen bir diyalogdur. Yani, başbakan düzeyinde, hükümet başkanları düzeyinde başlatılan bir diyalogdur. Kendi mekanizmalarını getiren, bunları detayları ile düzenleyen, netice almaya yönelik bir diyalogdur; ama hemen ifade edeyim, bu diyalogun en önemli tehlikelerinden birisi,bu sürecin en önemli tehlikelerinden birisi sayın muhalefet temsilcilerinde işaretlerini gördüğümüz bazı aşırı beklentileri, sabırsızlık alametlerini de birlikte getirebilir nitelikte olmasıdır.

Davos’ta başlayan süreç sabır gerektiren bir süreçtir, gerçekçilik yanında sabır gerektiren bir süreçtir, iyi niyet gerektiren bir süreçtir. Bu süreç içerisinde mesafe almamız ancak tarafların Davos ruhuna uygun yaklaşımlarını zaman içerisinde sabırla, iyi niyetle sürdürmelerine bağlıdır. Onun için burada sabırsızlıktan kaynaklanan, birtakım erken beklentilere yönelik duygularla bu süreci erken mahkum etmeye çalışmak, Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmez.

Davos’ta iki ülkenin, iki ülke başbakanının mutabık oldukları temel husus şudur: Aramızdaki sorunları, aramızdaki ihtilafları barışçı yollardan çözümleyeceğiz. Bu barışçı mekanizmayı başlatırken diyalog ve müzakere sürecini başlatırken her iki ülke de temel ihtilaflı konulardaki yaklaşımlarından fedakarlık yapmış değillerdir. Yunanistan ile aramızdaki sorunlar arasında bir sorunlar kompleksidir. Bu fevkalade karmaşık sorunlar kompleksi içerisinde Ege’deki karasularının genişliği vardır, Ege’deki hava sınırı meselesi vardır. Ege’deki kıta sahanlığı meselesi vardır, Ege adalarının silahlandırılması meselesi vardır, NATO’nun komuta kontrol alanları meselesi vardır...

Şimdi, bu yeni süreç içerisinde, bütün bu ihtilafları birlikte kucaklayan bir süreç içerisinde bunların çözümüne yönelik bir adım atılırken, şu önemli yenilik getirilmiştir: Denmiştir ki, “İki tarafın da bu ihtilaflardaki tutumu kemikleşmiştir. Bunun kısa vadede önemli değişiklikler göstermesi beklenemez. O halde, yapılması gereken iş, eğer aramızda bu temel ihtilaflı konuların dışında, ihtilaf teşkil eden küçük meseleler varsa, bir kere bunları çözümlemeliyiz. Temel ihtilafların çözümüne ilişkin bir diğer önemli adım olarak aslında her iki ülkenin de çıkarına hizmet eden işbirliği konularında gelişme sağlamalıyız, yani bu ihtilaflardan dolayı askıya alınmış olan, bu ihtilaflardan dolayı gerekli gelişmeyi göstermemiş olan belli alanlardaki işbirliği konularına ağırlık vermeliyiz. Zaman içerisinde arasındaki bu işbirliği imkanları geliştikçe, bunlara yenileri katıldıkça, ihtilaflı konularda mesafe almamız mümkün hale gelebilir.”

Şimdi, Davos’ta başlayan bu yeni sürecin, bugüne kadar kat ettiği mesafe içerisinde, Türk ve Yunan taraflarının tutumlarını gerçekçi bir biçimde değerlendirirseniz, zannediyorum ki, şu sonuçlara varmak bu gerçekçiliğe uygun olacaktır.

Biz, Türk Hükümeti olarak, Davos ruhuna zarar verebilecek; yani, mevcut ihtilafları daha ileri boyutlara götürecek veya bu ihtilaflara yenilerini ekleyecek ve netice itibariyle, aramızda yaratılan iyileşme ortamına hizmet etmeyecek her türlü beyandan kaçınmışızdır. Buna mukabil Yunan tarafından aynı soğukkanlılığı, aynı yaklaşımı görebildiğimizi söyleyemem. Hatta Yunanistan’da, aynı hükümet içerisinde yer alan değişik şahısların değişik beyanlarıyla karşı karşıya kaldık; Davos’un, aslında panhelenizm hareketi içerisinde bir taktik hareketi olduğu beyanlarıyla karşı karşıya kaldık.

Bütün bunlar Türkiye’de birçok insana aslında ümit kırıcı gelişmeler olarak görünebilir; ama Türk diplomasisinin Yunanistan’la olan tecrübesinden esinlenerek, Yunanistan’daki iç politika gelişmelerinden meseleyi soyutlayarak, gerçekçi bir biçimde, aynı iyi niyetli, aynı yapıcı tutumumuzu önümüzdeki dönemde de sürdüreceğimizi, burada da bir defa daha ifade ediyorum. Çünkü, mesela bakınız, temel meselelerimizden birisi kıta sahanlığı meselesidir. Yunanistan, bu meselenin uluslar arası hukuka uygun biçimde çözümlenmesini istemektedir; ama aynı Yunanistan, adaların silahlandırılması konusunda uluslar arası hukuka, uluslar arası anlaşmalara uygun davranmamakta direnmektedir. Yani, yöntem açısından Yunanistan’ın çifte standart kullanma alışkanlığı vardır. Türkiye’nin tutumu ise kesindir; Türkiye, Yunanistan’la arasındaki bütün sorunları bu müzakere süreci içerisinde, karşılıklı hak ve çıkar dengesine uygun biçimde çözümlemeyi amaçlamaktadır.

Bizim tutumuzun ihtilafların bütünü dikkate alındığında, devletlerin zaman içerisindeki tutumlarının geçmişi dikkate alındığında, daha gerçekçi olduğuna şüphe yoktur.

Şimdi, Davos’la getirilen mekanizma önümüzdeki mayıs ayından itibaren resmen çalışmaya başlayacaktır. Önümüzdeki mayıs ayının son haftasında, Atina ve Ankara’da karşılıklı olarak oluşturulan iki komite faaliyete başlayacaklardır. Bu komite faaliyetlerinde çok kısa zaman içerisinde ihtilafların çözümüne yönelik kesin sonuçların alınabileceğini beklemek gerçekçi değildir. Hatta bu ilk toplantıda, muhtemelen, sadece mevcut tutumlarımızı karşılıklı olarak gözden geçireceğiz. Yani, bu ihtilaflar üzerinde bir müzakereyi dahi bu ilk toplantıda muhtemelen öngörmüyoruz; ama, daha önce söylediğim gibi, en azından belli bir süre birlikte yaşamak durumunda olduğumuz bu ihtilafların devamı süresince karşılıklı ilişkilerimizi düzenleyecek, aramızdaki güven duygusunu artıracak bazı tedbirler alınması zarureti vardır. Bu tedbirlere hem bizim açımızdan, hem Yunanistan açısından zorunluluk vardır. Yani kısa vadede, Yunanistan’la kurduğumuz bu yeni diyalog mekanizmasının kısa vadede, Yunanistan’la kurduğumuz bu yeni diyalog mekanizmasının kısa vadedeki amaçları, karşılıklı güven sağlayıcı güvenlik artırıcı önlemlere ağırlık vermek, varsa aramızdaki ufak ihtilaflı konuları çözümlemektir ve bu arada, aramızdaki işbirliği imkanlarını geliştirmektir; kültürel alanda, ekonomik alanda, ticaret alanında, turizm alanında işbirliği olanaklarımızı mümkün olan en ileri ölçüde geliştirmektir. Temel ihtilaflarla ilgili meseleler bu mekanizmanın, ancak orta vadede, belki de uzun vadede el atacağı, çözümleyebileceği konulardır. Meseleye bu perspektif içinde bakmakta, bu kapsamı içinde görmekte ve meselenin çözümünü bu gerçekçi yaklaşım içinde amaçlamakta mutlak zaruret vardır.

Sayın milletvekilleri, burada en çok üzerinde durulan ikinci bir konu, Bulgaristan’la olan ilişkilerimizdir. 1984 yılına kadar Türkiye ile Bulgaristan, farklı rejimlere, farklı siyasi yapılara sahip oldukları, farklı güvenlik sistemlerine üye oldukları halde, aralarındaki komşuluk ilişkilerinin derecesi itibariyle, bütün dünyaya örnek gösterilen iki ülkeydi. Bizim Bulgaristan’la ilişkilerimiz bu kadar mükemmel bir düzeydeydi.

Plan ve Bütçe Komisyonunda da söyledim, 1984 yılı başından itibaren Türkiye’ye bazı haberler gelmeye başladı; Bulgaristan’da Türk asıllı Müslümanların, soydaşlarımızın isimlerinin zorla değiştirildiği, buna mukavemet gösterenlerin zorla bastırıldığı ve Türkçe konuşmaktan, İslam dininin gereklerini yerine getirmeye kadar çok çeşitli kısıtlamaların Bulgaristan’da yürürlüğe konduğuna ilişkin bilgiler geldi. Plan ve Bütçe Komisyonunda açıklıkla söyledim –Burada eleştiri konusu oldu, ama ben bu kürsüden de tekrarlıyorum – 1984 yılında; yani 20 nci Yüzyılın son çeyreği içerisinde yanı başımızda böyle olayların olabileceğine ihtimal vermedik. Hükümetin elindeki bütün kanallardan bunların doğruluğunu araştırdık. Bunların doğruluğuna ilişkin kesin bilgiler edindiğimiz noktada, zannediyorum ki, bu durumda düşünülebilecek olan bütün tedbirleri içeren, akla gelebilecek olan; ama gerçekçi bir değerlendirmenin akla getirebileceği bütün tedbirleri içeren bir politikayı başlattık. Bu politikadan bugüne kadar en ufak bir inhiraf yapılmış değildir.

Bu politikanın ilk başladığı noktada, Bulgaristan’a bu meseleyi aramızda müzakere yoluyla çözümleme arzumuzu izhar ettik. Bu meselenin kendi işleri olduğunu söylediler, Türkiye’yi ilgilendiren hiçbir yönünün bulunmadığını söylediler ve tarihi gerçekleri inkar ettiler; ama bu meselenin peşini bırakmadık. Bu mesele aslında bir günde, bir ayda, bir senede, on senede çözümlenecek bir mesele olarak görünmemektedir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – 70 milyonu da söyleyeceğim.

Burada, Türkiye Büyük Millet Meclisinde, geçen dönem bulunan sayın milletvekilleri hatırlayacaklardır, Bulgaristan konusunda bir kapalı oturum yapılmıştır. Zannediyorum, yedi sekiz saat sürmüştür. O zaman ben Dışişleri Bakan Vekili ve Devlet Bakanı olarak Yüce Meclise, bu meselede uygulayacağımız politikanın esaslarını, bu politikanın araçlarını, hedeflerini içeren çok uzun bilgi verdim. O gizli oturumun çerçevesinde ne söylenmişse, bugüne kadar o tedbirlerin hepsi uygulanmaktadır.

O oturumda da burada söyledim: Bize önerilen bütün tedbirlerin, tabii diplomasi sınırı içerisinde kalan tedbirlerin, hepsi düşünülmüştür, hepsi uygulanmıştı; hem de söyleyenlerin belki de düşünemeyecekleri ölçüde uygulanmıştır.

Şimdi aradan üç sene geçmiştir. Eğer üç sene sonra Bulgaristan bizimle bir protokol imzalamışsa, bu protokolde insani meseleleri de bizimle görüşmeyi kabul etmişse ve en önemlisi her iki ülkenin de taraf olduğu Helsinki Nihai Senedine atıf yapılmışsa; yani insani meselelerin bu belge çerçevesinde çözümlenmesi protokole geçirilmişse, bu, Bulgaristan’ın herhalde tek taraflı attığı bir adım değildir. O zaman da söyledim, diploması sınırları içerisinde yapabileceğimiz en ileri hareket, en etkili hareket, bu meseleyi uluslar arası forumlara götürmektir. Aklınıza gelebilecek bütün forumlara bu mesele götürülmüştür. Bakanlığımın bütün kadroları bu mesele için seferber olmuşlardır. Birleşmiş Milletlerden Avrupa Konseyine kadar, İslam Konferansı Örgütüne kadar her platforma bu meseleyi taşıdık. Bu uluslar arası kuruluşlarda mesafe alabilmeniz ancak yıllara bağlıdır. Çünkü, eğer bu meseleyi götürüp, elbette ki, karşı tarafın başvuracağı bütün engellemelere rağmen gündeme aldırmayı başarırsanız, o takdirde daha somut adımlar atılabilmesi için; o örgütün bu konuda araştırma, inceleme yapmasını sağlayacak bir mekanizmayı da başlatmanız lazım.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunda, Avrupa Konseyinde ve İslam Konferansı Örgütünde temas grupları kurduk. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu çerçevesindeki raportörün raporu, geçtiğimiz Şubat ayı içerisinde örgüte verilmiştir. İslam Konferansı Örgütünün üç kişilik temas grubu raporunu iki sene içerisinde hazırlamış ve İslam Konferansı Örgütünün geçtiğimiz ay Amman’da yapılan Dışişleri Bakanları Konferansına sunmuştur. Bu rapor, o Konferansta aynen kabul edilmiştir. Sadece bir tek ülke, 45 ülkeden sadece bir tanesi bu karara rezerv koymuştur.

Avrupa Konseyi bünyesinde teşkil edilen temas grubunun Bulgaristan’ı ziyaret etmesine izin verilmediği için Konsey, eğer bu engelleme devam ederse, temas grubunun raporunu resen hazırlaması kararını vermiştir. Mayıs ayında o rapor da gelecektir. Yani kısacası, akla gelebilecek olan bütün ilgili uluslar arası kuruluşlarda bu mesele için, bu meselenin çözüme kavuşturulabilmesi için düşünülebilecek olan bütün adımlar atılmıştır. Her türlü inisiyatif kullanılmıştır. İkili ilişkilerimizde bu mesele her görüşmemizde her ülkeye mutlaka dile getirilmiştir.

Şimdi, Mart ayının 23’ünde Belgrat’ta Bulgaristan Dışişleri Bakanıyla bir protokol imzaladık. Bu protokol, model olarak, Yunanistan’la imzaladığımız Davos Protokolünden esinlenmiştir ve kamuoyunda da aynı yaklaşım içerisinde değerlendirilme eğilim vardır. Model olarak birbirine benzeyebilir; ama açıkça söylüyorum: Davos’ta getirilen mekanizma, Belgrat’ta getirilen mekanizmadan 180 derece farklıdır. Gerçi her ikisinde de, ihtilaflı meselelerle uğraşacak olan bir siyasi komite, her ikisinde de işbirliği konuları ile uğraşacak olan bir işbirliği komitesi vardır; ama, Yunanistan Protokolünde siyasi komitenin mesafe alabilmesi, ancak işbirliği komitesinin alacağı mesafeler çerçevesinde düşünülmektedir. Yani birincisi, ikincisinin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bulgaristan’la imzalanan protokol bunun tam tersidir. Bulgarlara da açıkça söylemişizdir; aramızdaki tek ihtilaflı okun olan bu insani mesele çözümlenmedikçe, sizinle işbirliği alanında mesafe almamız mümkün değildir. Yani burada tayin edici olan faktör, siyasi komitenin başarısı olacaktır.

Şimdi, biz bu protokolü imzaladıktan sonra, sayın muhalefet sözcüleri çeşitli vesilelerle, çoğu zaman burada gündem dışı konuşmalar çerçevesinde yapılan müzakereler vesilesiyle, bunun aslında bizim açımızdan bir tuzak olduğunu, bu protokolle meselenin üzerine bir sünger çekildiğini, meselenin peşini bırakmış olduğumuzun bir işareti olduğunu ifade ettiler.

Bu iddiaların geçerliliğini tespit etmek için, önümüzde aslında önemli bir imkan vardı. Bu iddiaların hemen akabinde Amman’da, İslam Konferansı Dışişleri Bakanları toplandı. Hatta, daha bu protokolün imzalanmasını hemen takip eden günde Balkan Konferansı Dışişleri Bakanları toplantısında, bugüne kadar ileri sürdüğümüz görüşlerin hiçbirisini çıkarmadan, hiçbirisini feda etmeden, aynen tekrarladık. Balkan Konferansında Bulgaristan Dışişleri Bakanının gözünün içine baka baka, Balkan tarihinin belgelere dayandığını söyledik; birtakım iddialarla tarihi gerçeklerin değiştirilemeyeceğini söyledik; azınlıklar meselesinin, her türlü işbirliğinin temel şartı olduğunu söyledik ve nihayet Amman’da, bugüne kadar bu alanda elde edebildiğimiz en somut sonucu aldık: 45 İslam ülkesini, Bulgaristan’daki Türk soydaşlarımıza uygulanan mezalimin giderilmesi konusundaki karara ortak ettik.

Sayın milletvekilleri, diplomasinin sınırları içerisinde ulaşılabilecek olan azami sonuçlar bunlardır. Şimdi, bu sonuçların ortaya çıkmasından sonra, başından beri savunduğumuz müzakere ve diyalog yolu önümüzde açılmıştır. Mayıs ayının 10’unda, Sayın Müsteşarımızın başkanlığındaki siyasi komite Sofya’da, Sayın Müsteşar Yardımcımızın başkanlığındaki işbirliği komitesi de Ankara’da Bulgarlarla müzakerelere başlayacaklardır. Bu müzakerelerin bizi, hepimizi yürekten yaralayan ve ortadan kaldırılması için, giderilebilmesi için, aynı duyarlık içinde olduğumuz meselelerde hangi sonuçlara götüreceği konusunda bugün burada sizlere aşırı iyimser ifadeler kullanmaktan bilinçli olarak kaçınıyorum. Çünkü, bunu ben de bilmiyorum; ama şunu söylüyorum; Dört seneden beri Bulgarları müzakereye davet ederken ve bu müzakere sürecini başlatabilmek için diplomasi sınırları içerisinde her türlü yola başvururken, böyle bir müzakere imkanını Türkiye olarak reddedemezdik. Bu bizim için, mutlaka karşı tarafın iyi niyetinin test edilmesi için kullanılması gerekli bir vesile idi, bir araç idi. Şimdi bu müzakerelerde göreceğiz; eğer Bulgaristan bu meseleye, altında imzası bulunan anlaşmaların ruhuna uygun biçimde, medeni dünyanın kabul ettiği insani ölçülere uygun biçimde yaklaşmaya hazırsa, bu konudaki iyi niyetini de göstermeye mecburdur.

Sayın Başbakanımızın bu konuda 1985 yılında söylediği bir söz, bugün çarpıtılarak, aslında bu meseledeki milli tutumumuza zarar verecek bir üslup içerisinde kullanılmaktadır. Sayın Başbakanımız, “Biz bu meseleyi bugün halledemiyoruz, 70 milyon olunca hallederiz” dememiştir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sayın Başbakanımızın söylediği şudur: Geçen dönem bu Mecliste olan sayın milletvekilleri hatırlayacaklardır, “Türkiye olarak biz bu meselenin peşini hiçbir zaman bırakmayacağız” demişlerdir ve Bulgaristan şunu düşünmelidir ki, bu asrın sonunda Bulgaristan’ın nüfusu 10 milyon; ama Türkiye’nin nüfusu 70milyon olacaktır. Yani bugün biz 55 milyon Türk olarak bu meselede ne kadar hassassak, asrın sonundaki 70 milyon Türk de en az bizim kadar hassas olacaktır. (SHP ve DYP sıralarından “Öyle demedi” sesleri)

Sayın milletvekilleri, bunu burada ben söyledim, o görüşmede ben söyledim, zabıtlarda var. Ondan sonra Sayın Başbakanımız, aynı gün il özel idaresi temsilcilerini kabulde, grup salonumuzda, aynen benim ifademi orada kullanmışlardır, o da gazetelerde var, hepsini açar bakarsınız; ama bu meselede Sayın Başbakanımızın sözünü çarpıtmak, bu meseleye zarar verir, onu söylüyorum.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Şimdi bakınız, Plan ve Bütçe Komisyonunda bu mesele için Silahlı Kuvvetlerimize görev meselesini önerenler oldu. Bir sayın muhalefet milletvekili, bu meselede bizim askeri tedbirlere de başvurmamızın gerektiğini, ifade etti. Bu, Plan ve Bütçe Komisyonunun zabıtlarında var. Sayın Kıratlıoğlu o zabıtları tetkik ettiğine göre, bu ifadeyi de bulacaktır.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sizin değil, sizin partinizin başka bir üyesinin.

Sayın milletvekilleri, şunu bütün samimiyetimle söylüyorum: Bulgaristan’daki soydaşlarımızın maruz kaldıkları muamele konusunda takip ettiğimiz politikadan en ufak bir iç politika pirimi beklemiyoruz.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Aysel’i de söyleyeceğim. Bakınız, eğer bu meselede asıl zarar gören insanlara, soydaşlarımıza, ıstırap çeken insanlara yardımcı olmak istiyorsanız, onların direnme güçlerini devam ettirmek istiyorsanız, bunun yolu, seçim mitinglerine benzer toplantılarda kurusıkı atılan laflar değildir. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

Sayın milletvekilleri, bunun bir tek yolu var, o insanların...

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – O insanların hepsinin tanıdıkları bu meselenin sembolü olmuş bazı insanlar var. Aysel, sadece 13-14 yaşında bir Türk kızı değildir. Aysel , bir yerde bu meselenin sembolü olmuştur; oradaki direnme gücünün sembolü olmuştur. Onun gibi 60 küsür çocuğun ailelerine kavuşmasını sağladık; ama sadece sembol görevi olduğu için, sembol fonksiyonu olduğu için ona özel önem verdik.

Naim Süleymanoğlu diğer bir semboldür. Bunlara sahip çıkmakla biz, meselede iç politika açısından iki üç puan kazanmanın peşinde değiliz; ama tekrar söylüyorum: O insanlara, 1,5 milyon insana, mesaj vermenin asıl yolu budur.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sizden, bütün samimiyetimle rica ediyorum: Bu konuda, gerekirse iç politikada bir iki puan kaybetmek pahasına da olsa, milli tutumumuza zarar vermeyin. Gelin bunu beraber götürelim. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

Burada Sayın Kıratlıoğlu, benim Plan ve Bütçe Komisyonunda yaptığım konuşmayı okudu. Orada söylemiştim, burada da tekrar ediyorum: İç politikayı düşünen bir iktidar, bu meselede bizim gibi davranmaz. Biz bu gerginlik politikasını sonuna kadar götürdük, en sert demeçleri verirdik; buradan gelip en hamasi nutukları atardık; en olmayacak tehditleri savururduk, alkış alırdık, oy alırdık; ama bizim bunları kazanmamız, orada yaşayan soydaşlarımıza hiçbir şey kazandırmazdı. Hatta bilakis zarar verirdi. Onun için bu meseleyi, mutlaka iç politika mülahazalarının üstünde götürmeye mecburuz, sabırlı götürmeye mecburuz. Hem hiç taviz vermeden; ama hem de aynı zamanda müzakere sürecini elimizden geldiğince açık tutmaya çalışarak götürmeye mecburuz.

Sayın milletvekilleri, Kıbrıs konusu, tıpkı Bulgaristan Türkleri gibi, bizim toplumumuzun tümüne mal olmuş bir milli meselemizidir. Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin tezi bellidir. Biz, Kıbrıs’ta, iki toplumlu iki kesimli federal bir devlet istiyoruz. Bu tutumu bizim Hükümetimiz saptamamıştır. Bu,bizden evvelki hükümetler zamanında, o milli politikanın gereği olarak tespit edilmiştir. Bu politikadan hiçbir taviz vermemiz sözkonusu değildir. Aslında Davos’ta, Yunanistan’la aramızda başlatılan diyalog süreci içerisinde Kıbrıs’ın yeri yoktur. Kıbrıs’ın Türk – Yunan diyalogunun dışında tutulması, her iki tarafın ortak anlayışı olmuştur. Ancak, Türk – Yunan diyalogundaki gelişmenin, Kıbrıs meselesinin çözümü üzerinde olumlu etkisi olacağı da kabul edilmektedir. Hatta Sayın Başbakanımız kısa bir süre önce, eğer iki toplum lideri kendi aralarında müzakere sürecini başlatırlarsa, Yunanistan’ın da katılması şartıyla, kendisinin de bu sürece katkıda bulunmak için adım atmaya hazır olduğunu; yani dörtlü bir görüşmenin de mümkün olacağını söylemiştir. Maalesef, bu konuda Yunanistan'’n tepkisi olumsuz olmuştur; ama aynı Yunanistan bize, tanımadığımız Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideriyle Başbakanımızın görüşmesini önereceğini ifade etmiştir. Böyle bir şey sözkonusu değildir. Güney Kıbrıs’taki Rumların muhatabı Kuzey Kıbrıs’taki Türklerdir. Kıbrıs’ta iki toplumun uzlaşmasına, anlaşmasına dayalı olmayan hiçbir çözüm bizim için geçerli değildir. Kıbrıs için şuradan buradan taviz vermemiz mümkün değildir. Yunanistan’da zaman zaman Kıbrıs meselesini Türk – Yunan ilişkileriyle ilişkilendirme yönünde eğilimler olmaktadır. En son, önümüzdeki hafta bugün, yani 25 Nisan 1988 tarihinde toplanacak olan Türkiye – Avrupa Topluluğu Ortaklık Konseyi toplantısında Kıbrıs meselesi Yunanistan tarafından Konseyin ortak tutum takınmasını engelleyici bir mesele olarak şart koşulmuştur.

Sayın milletvekilleri, Türkiye Ortak Pazardan, 1981 yılından bugüne kadar bir kuruş yardım görmemiştir. Aynı dönem içerisinde Ortak Pazar, arasında ortaklık ilişkisi dahi olmayan ülkelere, mesela bir Yugoslavya’ya 500 milyon ECU yardımda bulunmuştur. Fas’a yardımda bulunmuştu. Biz, Türkiye olarak 1981’den beri Ortak Pazardan tek kuruş yardım almış değiliz. 1981 yılında bize, dördüncü mali protokol olarak 600 milyon ECU yardım önerdikleri zaman (Ki, bunun değeri 750 milyon dolar civarındadır), bu bizim o tarihteki – Sayın Kıratlıoğlu, o tarihteki – toplam döviz gelirlerimizin yaklaşık dörtte biri ediyordu. Bugün Türkiye’nin ihracatı 10 milyar doları geçmiştir, döviz gelirlerimiz 14 milyar doları geçmiştir; 750 milyon dolar artık bizim için toplam döviz gelirlerinin yüzde 5’i olmuştur. Kaldı ki, bu dahi beş senede ödenecektir. Onun için, mali protokol bizim için öyle hayati bir konu değildir. Hatta şunu söyleyeyim: Ortaklık ilişkilerimizin normalleştirilmesi dahi, Kıbrıs meselesiyle aynı kefeye konulacak bir mesele değildir: yani 600 milyon ECU değil, 600 milyar ECU teklif etseler, Kıbrıs’ta bizim kalıcı güvenilir bir çözüm bulunmadan silahlı Kuvvetlerimizi geri çekmemiz diye bir mesele sözkonusu değildir. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) Bunlar, birbirleriyle aynı kefeye konulacak işler değildir.

Aslında Yunanlılar bir hesap hatası yapmışlardır; ama hesap hatası yanında - açıkça söylüyorum – Davos’ta yaratılan yeni ruha da zarar vermişlerdir. Onun için, bu çıkmaz yolları mutlaka terk etmeleri lazımdır. Kıbrıs meselesi mutlaka iki toplum arasında çözümlenecektir. Türkiye bu çözüm için olabilecek bütün katkısını vermeye hazırdır; ama, dediğimiz çerçevede bir çözümden asla fedakarlık yapamayız. Çünkü o çözümün,zaman içersinde, tıpkı 1964’te yapıldığı gibi, oradaki soydaşlarımızın varlığını tehlikeye sokacak Kıbrıs’ın bir Helen adasına dönüşmesine yol açacak gelişmelere açık olmasına izin veremeyiz. Bu konuda her türlü güvence sağlanmadan da, en büyük güvence olan oradaki Silahlı Kuvvetlerimizi geri çekemeyiz.

Sayın milletvekilleri, bu arada Sayın İstemihan Talay’ın Sayın bakanımız Abdullah Tenekeci hakkındaki fevkalade yakışıksız...

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Evet!

...Yakışıksız beyanının fevkalade üzüntü ile karşıladığımı ifade etmek zorundayım. “Bir sömürge valisi” ifadesi kullandınız.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sayın Talay, bir kere Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti herhalde, siz de dahil, Türk Milletinin her ferdinin kalbinde özel yeri olan bir yerdir. Bu “sömürge” benzetmesi fevkalade yanlıştır.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – “Sömürge valisi” benzetmesi de fevkalade yakışıksızdır. Çünkü Sayın Tenekeci, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine yapılan ekonomik yardımların koordinasyonundan sorumludur. Elbette ki, mali bir işlevi yüklenen herkes gibi, belki Sayın Maliye Bakanımız gibi, zaman zaman sempatik gelmeyen davranışları olabilir. Netice itibariyle, parayı sarf eden insandır.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sizin fevkalade hassas olduğunuz, denetlediğiniz, denetlemekle görevli olduğunuz Türkiye’nin parasının sarfından sorumlu olan Bakandır. Binaenaleyh, böyle bir benzetme bana göre isabetsizdir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Mısır’la ortak manevra konusunu kürsüye getirdiniz. Ben aslında bu meseleye hak ettiğinden çok fazla önem atfedildiğine inanıyorum. Mısır geçen sene de Yunanistan’la ortak manevra yapmıştı, o zaman biz hiçbir tepki göstermedik. Şimdi biz Mısır’la ortak manevra yapacağız, Yunanistan bir tepki göstermiyor, tepki sizden geliyor... Anlaşılabilir bir iş değildir. (ANAP sıralarından alkışlar).

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Hiçbir özel amacı yoktur.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Yani, Sayan Ağagil...

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sayın Ağagil, dış politikanın gerçekçilik gerektiren bir şey olduğunu söylemiştim.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) –Bu müdahaleniz karşısında, dış politikanın aynı zamanda ciddiyet gerektiren bir şey olduğunu eklemek zorundayım. (ANAP sıralarından alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) - Sayın milletvekilleri, İran Büyükelçisinin davranışı söz konusu edilmiştir. İran Büyükelçisi geçtiğimiz günlerde Konya’da yapılan bir parti mitingine katılmıştır. Bu davranışı ne diplomatik teamüle, ne de Viyana sözleşmesine uygun değildir; yani, diplomatların yapabilecekleri işlerle bağdaşır nitelikte değildir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Müsaade ederseniz, şu ana kadar bütçe görüşmem vardı, öyle gözüküyor ki, birkaç saat daha devam edecektir; herhalde,bundan sonraki ilk buluşmamızda size ne yaptığımızı söyleyeceğim Sayın Talay.

Sayın İsmail Cem, eşitliğe önem vermediğimizi, olur olmaz kişileri kabul ettiğimizi eleştirdiler. Başbakanın işadamlarıyla seyahatlere çıkmasının ölçüsünün de kaçırıldığını, söylediler ve gelenlerin, genellikle tavize hazır bir görünümle karşılaştığından yakındılar. Bunların hiçbiri doğru değildir.

Bir kere eşitlik konusunda şunu söyleyeyim : Zaman zaman, statüsü itibariyle bizim altımızda olan kişilerle görüştüğümüz doğrudur; ama, incelenirse görülecektir ki, bu durumların hemen hepsinde o kişilerin özel misyonları vardır; yani özel mesaj getirmişlerdir, özel temsilci olarak gelmişlerdir. Aynı şey bizim dışarıya giden temsilcilerimiz için de sözkonusudur. Benim müsteşarım İran’a gittiği zaman devlet başkanıyla görüşmektedir, keza Irak’a gittiği zaman Devlet Başkanıyla görüşmektedir; yani orada müsteşar sıfatıyla değil, Türk Başbakanının temsilcisi sıfatıyla gittiği için görüşebilmektedir. Aynı şey bize gelen ziyaretçiler için de sözkonusudur. Amerikalı senatörle, kongre üyeleriyle, Avrupa Parlamentosu üyeleriyle – kastınız eğer bunları da içeriyorsa – her gelişlerinde ben, eğer Ankara’daysam, mutlaka görüşüyorum. Çünkü, bu bizim politikamızın bir parçasıdır; yani onlara, ikili ilişkilerimiz konusundaki Türk görüşünü, hükümet görüşünü, resmi tutumumuzu aktarmayı, hem de kendi ağzımızdan aktarmaya aslında politikamızın önemli unsurlarından biri kabul ettiğimiz için bunu yapıyoruz. Bunun dışında size aykırı gelen şeylerin garipliğini paylaşmıyorum.

Başbakanımızın işadamlarıyla seyahate çıkması da Türkiye’de belki yeni bir olgudur; ama en azından, Türkiye’ye gelen yabancı devlet adamlarının birlikte getirdikleri heyetlere bakarak veya dış ülkelere giderken götürdükleri heyetlere bakarak, bunun da çağımıza aykırı değil, aslında onunla tam uyum halinde olan bir gelişme olduğunu kabul etmek durumundasınız.

Tavize hazır bir görünüm verdiğimiz, asıl baktığınıza bağlıdır. Ortada taviz olarak nitelenebilecek hiçbir şey yoktur; hiçbir konuda hiçbir şey yoktur. Belki bazı konularda karşılıklı taviz arayışları vardır, o zaman bunun adı “uzlaşma” olur; ama tek taraflı taviz şimdiye kadar ne Türk diplomasisinin, ne de Hükümetimizin aşina olduğu bir konudur.

Burada misal olarak da 1964 Kararnamesi verildi. 1964 Kararnamesi konusunda Sayın Kıratlıoğlu, benim Plan ve Bütçe Komisyonundaki konuşmama atıf yaptı. Ben şunu söyledim: 1964 Kararnamesi hukuken savunulabilir bir kararname değildir; aynı zamanda, diplomatik olarak da mütekabiliyete uygun değildir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – İşte, mütekabiliyete uygun değildir, onu söylüyorum. 1964 Kararnamesi şunu yapmıştır: Türkiye’de mülkü bulunan, aslında 1930 tarihli Türk – Yunan Antlaşmasına dayalı olarak Türkiye’de mülk edinmiş olan Yunan uyruklu kişilerin Türkiye’deki gayrimenkul haklarını kısıtlamıştır ve bu kısıtlamayı yaparken, üçüncü ülke vatandaşlarından daha aşağı bir statü getirmiştir. Yani, 1930 tarihinde Atatürk, Yunanistan’la bir antlaşma yapmış, Yunanlılara Türkiye’de birtakım ilave imkanlar tanınmış; normal, yabancı ülke vatandaşlarına tanınmayan haklar tanımış. Siz, 1963’te bu antlaşmayı geçersiz sayıyorsunuz, aslında fesih hakkınız var, o hakkınızı kullanıp antlaşmayı feshediyorsunuz; ama 1964’te, daha önce sağlanmış olan bu ilave imkanların, diğer yabancı ülke vatandaşlarına göre daha kötü bir statüye dönüşmesine yol açacak yeni bir kararname çıkarıyorsunuz. Bunun mütekabiliyete uygun olabilmesi için, Yunanistan’ın da aynı şeyi Türk uyruklulara yapmış olması gerekir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Türk uyruklulardan bahsediyorum. Kavramlarda anlaşamıyoruz; Türk uyruklular... Bu ayrı bir konu, Türk uyruklular, Türk vatandaşları...

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Efendim, o ayrı bir konu, ona da geleceğim; ama, şimdi elma ile armudu yine karıştırdınız.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Hayır, şimdi onlarda da geleceğim. Evvela uyrukluları karşılaştırıyoruz, soydaşlara sonra geleceğim.

Şimdi, bizim yaptığımız şudur 1964 Kararnamesiyle: Yunan vatandaşlarının, Yunan uyrukluların Türkiye’deki gayrimenkul haklarını, üçüncü ülke vatandaşlarının haklarıyla aynı seviyeye getirmişizdir; ondan ne yukarı, ne aşağı, aynı onlar gibi yapmışızdır. Yani bugün bir Alman’ın veya bir Hintli’nin Türkiye’de gayrimenkul edinmede veya gayrimenkul üzerindeki tasarruflarında ne hakkı varsa, aynısı bugün Yunanlıların da vardır; ama bundan öteye bir şey tanımamışızdır.

1964 Kararnamesiyle ilgili geçtiğimiz günlerde bir kararname daha çıkardık. Bunu, bütün kararnameyi geçmişe şamil hale getirdiğimiz şekilde yorumladınız; doğru değil. Sadece vasiyette bulunma hakkı yönünden geçmişe şamil hale getirilmiştir. Çünkü, 1964 Kararnamesinde, Türkiye’de gayrimenkulu bulunan yunan vatandaşlarının, bu gayrimenkullar üzerindeki tasarruf hakları yasaklanmıştır. Yani, bunları satamazlar, başkalarına devredemezler; ama bu gayrimenkul sahipleri içerisinde, ölümünden sonra bunları başkalarına vasiyet edenler olmuştur. Mahkemelerimiz bu vasiyetleri geçersiz saymıştır. Şimdi bir, bu ek kararnameyle bu vasiyetlerin geçerli olacağı hükmünü getirdik. Çünkü, bunu yapmadığınız zaman, bir yerde bu gayrimenkullerin sahibinin ölümü halindeki hukuki statüsü belirsiz hale geliyordu veya bu, devletin zorunlu elkoyma durumuna eşdeğerli hale geliyordu. Sadece vasiyette bulunma yönünden 1964 Kararnamesini geçmişe şamil hale getirdik; yani geçmişe şamil olarak kaldırmış olduk.

Yunanistan’daki Türk soydaşlarımızın durumlarının rahat olduğunu, bunların durumlarını pembe gösterdiğim iddiası doğru değildir. Plan ve Bütçe Komisyonundaki zabıtlarda burada. Benim söylediğim şudur: Yunanistan’daki Türklerle, Bulgaristan’daki Türklerin aynı muameleye maruz oldukları konusundaki görüşe katılmıyorum, arada uçurumlar olduğunu söylüyorum. Yunanistan’da yaşayan soydaşlarımıza karşı zaman zaman bizi üzen ve düzeltilmesi için sürekli çaba harcadığımız bazı baskılar mevcuttur, hukuki bazı sorunlarımız mevcuttur.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Hemen bitiriyorum Sayın Başkan.

Patrikhane konusuna zannediyorum Sayın Talay değindiler. Patrikhane, bizim mevzuatımıza göre, bir milli kurumdur ve eski eser niteliği vardır. Bu niteliği ile de, gayet tabii, eski eserlerin korunması hakkındaki mevzuatımızın hükümlerine tabidir. Yine bu açıdan bakıldığında, Patrikhane binasının eski eserler mevzuatımıza uygun olarak onarılmasında herhangi bir terslik sözkonusu değildir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Hayır, Yakovas’la bu işin hiç alakası yok, söyleyeceğim.

Patrikhanenin onarımı izninin verilmesine karşılaşılmış olan güçlük, restorasyon projelerinin mevzuatımıza uygun olarak hazırlanmamış olmasından kaynaklanmıştır. Bu projeler yasalarımıza uygun hale getirilip, değiştirildikten sonra, yetikli makamlarımız bunları onaylamış ve gerekli onarım ruhsatı verilmiştir. Yani, Patrikhane binasının onarımıyla, Türkiye’deki herhangi bir eski eserin onarımı arasında hiçbir ayırım yapılmamıştır. Yakovas’ın da bu meselede hiçbir dahi söz konusu değildir.

Sayın İsmail Cem, Ortak Pazar konusundaki hazırlık çalışmalarımızın yetersizliğini dile getirdiler ve Türkiye’nin Ortak Pazar karşısındaki kozlarını yeterince kullanmadığını eleştiri konusu yaptılar.

Aslında bu kozları kullanmadığımız doğru değildir. Plan ve Bütçe Komisyonunda ben, uzun uzun anlattım; ama bilemiyorum, niçin Sayın Cem, “ikinci sınıf bilet” benzetmesi gibi, bu konuyu da ikinci defa buraya getirmekte ısrarlı göründü? Aslında bu kozlar kullanılmaktadır; asıl etkili olduğu çevrelerde ve en etkili biçimde kullanılmaktadır.

Sayın Başbakanımız, AT Komisyon Başkanı Sayın Delor’la ve Avrupa Komiseri Cheyson’la yaptığı görüşmelerde bunlara çok geniş yer vermiştir, üzerinde önemle durmuştur.

Gerek Doğu ile Batı arasında, gerekse Kuzey ile Güney arasında Türkiye’nin köprü konumu olma kozu, komisyon tarafından da paylaşılan ve önem verilen bir konudur. Nitekim Cheyson, Türkiye’nin bu kozuna büyük önem verdiğini, Türkiye ile Avrupa Topluluğunun bölgede ortak yatırımlarda bulunmaları fikrini devamlı savunmaktadır. Keza siyasi istişarelerin de önümüzdeki toplantının bir gündem maddesi halinde ele alınması, bu ortak görüşten kaynaklanmaktadır.

Hangi sanayilerimizin rekabet edebilir güce sahip olduğu konusunda hazırlık yapmadığımız da doğru değildir. Bizzat Avrupa Topluluğu Komisyonu teknisyenleri, Türkiye’nin bugün sanayi itibariyle, Portekiz ve Yunanistan’a oranla Avrupa ile daha fazla rekabet edebilir düzeyde olduğunu ifade etmişlerdir. Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde de bu konuda çok geniş bir çalışma yürütülmektedir ve bu çalışmaların tamamlanmasına çok kısa bir süre kalmıştır.

Sayın milletvekilleri, son olarak dış politikamızın yürütülmesinde , bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Yüce Meclisin desteğinin tarafımızdan en önemli güç olarak benimsendiğini, benimseneceğini ifade ediyorum; bu müzakerelerdeki katkılarından dolayı bütün sözcü arkadaşlarıma bir defa daha teşekkür ediyorum; Bakanlığın mensupları hakkında burada ifade edilen takdir duyguları için şükranlarımı sunuyorum ve bugüne kadar menfur tecavüzler sonucunda şehit olan Bakanlığımın bütün değerli mensuplarını bir defa daha tazimle anıyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)