DIŞİŞLERİ BAKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
BAKANLIĞININ BÜTÇESİ ÜZERİNDE YAPTIĞI KONUŞMA

21 Aralık 1988 Çarşamba

* * *

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Rize) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Dışişleri bakanlığı bütçesi üzerinde ve gayet tabii, bakanlık bütçesi vesilesiyle Hükümetimizin dış politika alanındaki bir yıllık icraatına ilişkin olarak burada görüşlerini, eleştirilerini, bu arada dilek ve önerilerini dile getiren değerli milletvekillerine teşekkür ederim ve yine bütün sözcülerin, Dışişleri Bakanlığı camiasına ilişkin ortak iyi duyguları için de şükranlarımı dile getirmek isterim.

Bu görüşmelerde benim dikkatimi çeken husus, sayın grup sözcülerinin burada kullandıkları üslup ve içeriğin, zaman zaman sayın muhalefet liderlerimizin, genellikle iç politikaya yönelik olarak yaptıkları açıklamaların, dış politika alanında yaptıkları açıklamalardan geniş ölçüde farklılık arz etmesidir. Bunu da memnuniyetle karşılıyorum.

Ben, Hükümetimizin, Bakanlığımın, dış politikaya ilişkin, Türkiye’nin dış politik gündeminde önceliği olan konularla ilgili görüşlerimizi, sizlere dağıtmış olduğum kitapçıkta, mümkün olduğu kadar etraflı bir biçimde ifade ettim. Burada bunları tekrarlamak istemiyorum. Gayet tabii, orada ifade edilen görüşler doğrultusunda tevdi edeceğiniz soruları cevaplamaya amade olacağım.

Ben burada sadece, genellikle farklı yaklaşımları dile getiren bazı sözcülere cevap verebilmek, bu arada bazı yanlış anlamaları da gidermek amacındayım.

Sayın İsmail Cem, konuşmasında Avrupa Topluluğu ile olan ilişkilerimize geniş yer ayırdı; “Türkiye’nin, Avrupa Topluluğuna gözü kapalı olarak girmeyi amaçladığını, bununla ilgili bilimsel çalışmaların yapılmadığını, Avrupa Topluluğuna tam üyeliğimiz konusunda Türkiye’nin, Avrupa Topluluğuna gözü kapalı olarak girmeyi amaçladığını, bununla ilgili bilimsel çalışmaların yapılmadığını, Avrupa Topluluğuna tam üyeliğimiz konusunda Türkiye’nin tutarlı bir politikasının bulunmadığını” savundu.

Sayın milletvekilleri, biz, Avrupa Topluluğuna, tam üyelik için geçtiğimiz yılın nisan ayında başvurduk. Geçtiğimiz senenin 14 nisanında Avrupa Topluluğuna tam üyelik başvurumuzu yaptığımız zaman, Avrupa Topluluğuna dahil birçok ülke yetkilisi, ilgisi, bizim başvurumuzun, reddedilmeye mahkum bir başvuru olduğu hususunda bize uyarıda bulunmuşlardı, hatta dost ülkeler dahi bu başvurumuzun müspet şansı bulunmadığı konusunda bize uyarıda, ikazda ve ters yönde telkinlerde bulunmuşlardır. Buna rağmen bu başvuru yapılmıştır.

Sayın İsmail Cem’in “Gözü kapalı” diye ifade ettiği ruh haleti, Hükümetimiz açısından aynı zamanda bir kararlılığın ifadesidir; çünkü bakınız, bu başvurudan sonra bugüne kadar bir buçuk sene geçmiştir. Bu birbuçuk sene içerisinde başvurumuz, prosedür açısından önemli engelleri aşmış olup şu anda komisyon raporunu beklemekteyiz. Komisyon raporunun Bakanlar Konseyine 1989 yılı içerisinde verilmesi öngörülmektedir. Binaenaleyh, prosedür açısından şu anda hiçbir gecikmemiz söz konusu değildir.

Sayın İsmail Cem dışında bazı sözcüler, “Türkiye’nin, bugünkü ekonomik durumuyla Avrupa Topluluğuna üyelik şansının bulunmadığı” görüşünü dile getirdiler.

Türkiye’nin bugün çeşitli alanlarda Avrupa Topluluğundan geride olduğu noktalar mevcuttur. Esasen, Türkiye’nin, Avrupa Topluluğuna tam üyelik talebinin arkasında yatan bu farklılığı gidermektir. Eğer bu farklılık olmasaydı, Avrupa Topluluğuna tam üyelik Türkiye için fazla bir anlam ifade etmezdi; ama, bu farklılıkları onlardan daha fazla abartıp, onların bize zaman zaman tam üyeliğimiz için ileri sürmeye cüret ettikleri birtakım ön şartları bu Meclisin kürsüsünden onlar adına savunmak doğru değil. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

Sayın milletvekilleri, çünkü, 1981 yılında, komşumuz Yunanistan Avrupa Topluluğuna tam üye olduğu zaman, hangi ekonomik kalkınma düzeyinde ise, biz de, tam üyeliğimizin gerçekleşeceği tarihte o düzeyin gerisinde değil, ilerisinde olacağız.

Nihayet, insan hakları alanında, demokrasi alanında, eğer Türkiye’de, Hükümetimizin öngördüğü biçimde, zaman içerisinde birtakım ilerlemeler sağlanacaksa, birtakım gelişmeler yapılacaksa, tabii ki, ülkenin güvenliğini ön planda tutarak, huzur ve güveni ön planda tutarak bazı ilerlemeler kaydedilecekse, bu, Topluluğa üye olmak uğruna değil, Türkiye’nin şartları bunu gerektirdiği için, Türk Milleti bunu istediği için yapılacaktır. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

Sayın milletvekilleri, Sayın İsmail Cem, “Türkiye’de, Topluluk üyeliği konusunda bilimsel çalışmaların yapılmadığı, Hükümetimiz zamanında bu çalışmalara ağırlık verilmediği” görüşünü savundular.

Ben, ilgili arkadaşlarıma sordum, “Bu konuda bizim Hükümetimiz zamanında yapılan çalışmaları getirin, Meclise arz edeyim” dedim. Bana sadece başlıklar halinde vereceğim. Unutmadan başta söylemeliyim ki, Avrupa Topluluğu ile ilgili bir devlet bakanlığını ilk ihdas eden bizim Hükümetimizdir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Şimdi o konuya geleceğim; ben Sayın cem’in iddiasına karşılık bunları söylüyorum.

İlk defa, Topluluk konusunda eğitim bursları veren bizim hükümetimizdir. Şu anda on dört kamu görevlimiz Avrupa Topluluğu Kolejinde eğitim görüyorlar. Yine Avrupa Topluluğu ile ilgili olarak Marmara Üniversitesinde Avrupa Toplulukları Enstitüsü bizim Hükümetimiz zamanında açıldı. Anadolu Liselerini bütün Türkiye’ye yayan bizim Hükümetimizdir. Lisan Bilgisini bu memlekette geliştirmeden Avrupa Topluluğu ile ilgili bilimsel araştırma yapmak mümkün mü? Ankara Üniversitesinde Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezini kuran biziz. TÖMER Dil Eğitim Merkezini kuran biziz. Bu merkezlerde kamu görevlilerinin eğitimini sağlayan biziz.

Fransa Hükümetiyle ortak, Fransızca dilinde bir üniversite bölümü açan biziz. Almanlarla aynı protokolü geçen ay imzaladık; bu sene içerisinde Almanca dilinde de bir üniversite bölümünü İstanbul’da kuracağız. Boğaziçi Üniversitesinde Avrupa Topluluğu ile ilgili araştırma programlarını başlatan biziz. İstanbul Üniversitesinde lisansüstü çalışma programlarını başlatan biziz.

Bunları toplu halde Sayın Cem’e vereceğim.

Sayın milletvekilleri, Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna tam üyeliği elbette ki, kolay bir konu değildir; çünkü, Türkiye kolay bir ülke değildir. Türkiye, 55 milyon nüfusuyla, bu ekonomik potansiyeliyle Avrupa Topluluğu açısından önemli güçlükler arz eden bir ülkedir, biz bunun bilincindeyiz; bunu da hepimizin bilmesi lazım. Ayrıca, Türkiye’nin bu nüfus trendi devam ettikçe, Avrupa’daki nüfus artış trendi sabit kaldıkça, fazla değil, 30-35 yıl sonra –Türkiye’nin de o arada tam üyeliği gerçekleşirse- Avrupa Topluluğu nüfusunun _’ü Türk olacaktır. Bu küçümsenecek bir durum değildir, göz ardı edilecek bir durum değildir. Elbette ki, Topluluğun da kendi açısından kaygıları vardır.

Şunun altını çizmek istiyorum: Avrupa Topluluğundan geri olduğumuz hususlar var; ekonomik açıdan var, sosyal açıdan var, bunlar zaman gelince kapanır; ama sayın muhalefet sözcülerinin burada dile getirdikleri bir husus daha var; Türkiye kültürel bakımdan, din bakımından Avrupa’dan farklı bir ülkedir ve sırf bu sebepten üyeliğe kabul edilmeyebilir.

Sayın milletvekilleri, Türkiye’nin farklı bir ülke olduğu doğrudur. Türkiye bugün İslam dünyası içerisinde laik ve demokratik olan tek ülkedir, ama, Türkiye aynı zamanda Batı topluluğu içerisinde de nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan tek ülkedir. (ANAP sıralarından alkışlar) Türkiye bu iki özelliğini de ilelebet korumaya kararlıdır. (ANAP sıralarından alkışlar) Şimdi, eğer Türkiye...

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Şimdi, eğer Türkiye bu kimliğinden taviz vermeden, bu kişiliğinden vazgeçmeden, bütün bu değerleriyle birlikte Ortak Pazarın kapısını zorluyorsa, burada sınav önünde olan Türkiye değildir, Ortak Pazarın kendisidir. (ANAP sıralarından alkışlar) Eğer Ortak Pazar, eğer Avrupa Topluluğu bir basit kültür birliği değilse, bir Hıristiyan birliği değilse, Türkiye’nin reddedilmesi mümkün değildir. Türkiye, Avrupa’nın güvenliğine bunca katkıda bulunurken, Türkiye Avrupa’nın bütün siyasi forumlarına ya kurucu ya tam üye statüsü ile dahil olurken, Avrupa’nın kurduğu diğer bir entegrasyona girmek isteyen Türkiye’ye “Hayır” demek mümkün değildir.

Sayın milletvekilleri, zannediyorum ki Avrupa Topluluğuna tam üyelik konusunda bu dediğim anlamda, bu dediğim içerikli bir üyelik konusunda bu Meclisteki bütün partiler tam bir uyum birliği içerisindedirler; ama buradan söylenen bu sözler, o uzlaşmaya geniş ölçüde zarar verici niteliktedir; onun için bunları vurgulama ihtiyacını duydum.

Sayın İsmail Cem, burada, meselelere geniş ölçüde bir akademisyen yaklaşımı içinde eğildi. Analizler yaptı ve bir takım sonuçlara ulaşmaya çalıştı; ama bana kalırsa ulaşamadı. Yunanistan ile ilgili bir analiz yaptı. Benim notum şöyle: “Yunanistan, yalnızlık hisseden bir ülkedir; Türkiye’den korkan bir ülkedir; ama Yunanistan buna rağmen, Türkiye’ye karşı yayılmacı, genişlemeci emelleri olan bir ülkedir. Sonuç: Yunanistan’a karşı iyi niyetli çabalarla bir yere varılamaz.” Sayın İsmail Cem’in, burada bir akademisyen yaklaşımı içinde yaptığı bu analizini, biz politikacılara söylediği hiçbir mesaj yoktur. Bu analiz, Türkiye’yi hiçbir yere götürmez.

Politikacı olarak, eğer bugün biz -belki bir gün siz- Türkiye’nin dış politika sorumluluğunu üstlenmişsek, bir akademisyen rahatlığı içerisinde sadece analizle yetinme lüksüne sahip değiliz. Biz, çözümler getirmek mecburiyetindeyiz; biz, anında, doğan sorunların üzerine gitmek mecburiyetindeyiz. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) Burada birtakım akademik analizler yapıp, bunların, politik olarak bizi hiçbir yere götürmeyeceğini söylemekle iktifa edemeyiz.

Sayın Tevfik Koçak, suskun ve güdümlü bir dış politika izlediğimiz söyledi, ben de şimdi tam tersini söyleyeceğim. Ayrıca, Sayın Koçak, bu görüşünü delillendirecek hiçbir kanıt da ortaya koymadı. Size, aklıma gelen birkaç örneği sıralayacağım.

Sayın milletvekilleri, bu Türkiye nasıl bir suskun ve güdümlü ülkedir ki, bu gün NATO ittifakı içerisindeki 16 ülke içinde Bağımsız Filistin Devletini ilk günde tanıma cesaretini gösteren bir ülke olmuştur. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Bu Türkiye, nasıl suskun ve güdümlü bir ülkedir ki, bütün NATO ülkeleri ve hatta bütün Batı ülkeleri içerisinde Rusya ile ortak sınır kapısı açan tek ülke o olmuştur. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Kıbrıs’a da geleceğim efendim; şu anda başka yerdeyim.

Bu Türkiye, nasıl suskun ve güdümlü bir dış politika izlemektedir ki, müttefikleri NATO ülkeleri, Körfeze askeri müdahale yaptıkları zaman, bunun yanlış olduğunu onların yüzüne haykırmıştır. Bütün baskılara rağmen, ona katılmamıştır.

Sayın milletvekilleri, bu dış politikayı izleyen Türkiye, bizim hükümet sorumluluğu taşıdığımız dönemin Türkiye’sidir. Burada sırf muhalefet olsun, sırf orijinallik olsun diye, yapılan bütün bu doğru işleri göz ardı ederek, Hükümetin güdümlü, suskun bir politika izlediğini savunmak, zannediyorum Türkiye’deki muhalefet için de bir yüktür.

Sayın İsmail Cem, Türkiye’de dış politikanın sadece Dışişleri teşkilatınca yürütüldüğünden yakındı ve Meclisin dışlandığını ileri sürdü. Sayın İsmail Cem’in bu görüşü tartışılabilir. Türkiye, bir parlamenter demokrasidir, diğer parlamenter demokrasilerle karşılaştırılır ve bu görüşün geçerliliği savunulabilir veya tartışılabilir. Aynı partinin sözcüsü Sayın Tevfik Koçak, Dışişleri Bakanlığının dış politikadan tamamen dışlandığını savundu, Bu konuda, sayın Cem ile Sayın Koçak’ın kendi aralarında önce anlaşmaları lazımdır. SHP’nin görüşünü ancak bundan sonra anlayabiliriz. (ANAP sıralarından alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Şimdi başka bir konuya geliyorum. Bu konuya giren, doğru Yol Partisi Grubu adına konuşan Sayın İrfan Demiralp’tir. Dış politikanın iç politika malzemesi yapılmaması gerektiğini ileri sürdü ve bizim, dış politikadaki bazı gelişmeleri iç politikada malzeme olarak kullandığımızı ifade etti.

Zannediyorum burada, işin süjesinde bir açıklık getirmek lazım. Bakınız, ben size birkaç örnek vereyim; biz Bulgaristan’la bir diyalog başlattık. Bu sene şubat ayında Bulgar dışişleri Bakanıyla ben, bir protokol imzaladık. Dört seneden beri, devamlı, her forumda, imkan bulduğumuz bütün uluslar arası forumlarda dile getirdiğiniz; ama, Bulgaristan’la karşı karşıya masaya oturup, görüşme imkanı bulamadığımız meseleyi, Bulgaristan’la bir protokol çerçevesinde görüşme imkanı sağladık. Şimdi bu diyalog nasıl gidiyor, ne safhadadır; o konuya ayrıca geleceğim; ama, Bulgaristan’la bir diyalog başlattık. Bu diyalogun başlaması bir günde olmadı. Yani ben oraya (Belgrat’a) gittim, Bulgar Bakan da geldi; tesadüfen karşılaşıp bu protokolü yapmadık. Birbuçuk sene süreyle, benim Müsteşarımla Bulgar Bakan Yardımcısı gizli olarak buluştular ve bundan da hiç kimsenin haberi olmadı. O protokol, birbuçuk senelik gizli bir diplomasinin sonucudur.

Yani, meseleleri iç politika uğruna istismar etmeye eğilimli bir hükümetin, böyle bir gizli diplomasi yapması mümkün mü? Dahasını söyleyeyim; Bulgaristan’da, bizim soydaşlarımıza karşı uygulanan, o insanlık dışı baskıları, mümkün olduğu kadar, kamuoyundaki tansiyonu düşürüp, Bulgaristan’la –sırf o insanların çıkarları uğruna- barışçı yollardan halletmeye çalışmak, acaba hakikaten bütün bu meselelere iç politika kaygısıyla yaklaşan bir hükümetin eğilimi midir: Eğer Bulgaristan meselesinde, biz iç politika açısından prim toplamak hevesinde olsaydık; ben burada çıkıp, sizlere bol bol, Bulgarları şikayet ederdim, bütün Türkiye’ye mesaj verirdim. Benim partimin işine de öylesi gelirdi; onu söyleyeyim; ama, hükümet sorumluluğu bunu gerektirmiyor, hükümet sorumluluğu bunun tersini gerektiriyor.

Bakınız, biz Bulgaristan’dan, 1984’ten beri, 2 143 kişinin, aile birleştirilmesi için, Türkiye’ye gönderilmesine izin verilmesi talebinde bulunmuşuz. Yani, aileleri burada; ama çocuğu orada, çocuğu burada, anası orada, eşi burada, kocası orada... Bugüne kadar bunlardan sadece 93’ünü vermişler. Bunların içinde Aysel de var. Naim Süleymanoğlu’nun Annesi, Babası da var; hepsi 93 kişi.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Şimdi söyleyeceğim.

Bu diyalogun bizim için tatmin edici bir düzeyde olduğunu savunmuyorum. Bizim, Bulgaristan’dan bu diyalog çerçevesindeki taleplerimiz çok daha geniş kapsamlıdır. Biz, Bulgaristan’dan Türk azınlığın haklarını ve statüsünü tamamen iade etmesini istiyoruz. Biz Bulgaristan’dan, arzulayan soydaşlarımızın Türkiye’ye göç etmelerine, yani yeni bir göç anlaşmasıyla göç etmelerine izin vermesini istiyoruz. Aynı zamanda Bulgaristan’dan, aile birleşmesi çerçevesinde, bölünmüş olan aile fertlerinin Türkiye’ye gönderilmesini istiyoruz; ama bunu gerçekten netice almak için yapıyoruz, gerçekten o insanların ıstırabını hafifletmek amacıyla yapıyoruz, onlara çözüm getirmek için yapıyoruz. Sadece kendi dar siyasi çıkarını düşünen bir iktidarın yaklaşımı bu olmaz. Yani, ben gelip burada Bulgarlara çatsam, bunun ne kadar insanlık dışı, ne kadar kötü bir muamele olduğunu savunsam; kabul ediniz ki, iç politikada bu bize daha çok kazanç sağlar; ama, bu yola gitmiyoruz; masa başında, gizli diplomasiyle, mümkün olduğu kadar, oradaki insanlarımıza fayda sağlamaya çalışıyoruz; sağlayabildiğimiz budur. Bununla, biz tatmin olmuş değiliz. Bu konuda, Yüce Meclisi daha geniş bilgilendirmeye, gerekirse bir genel görüşmede bunu etraflı biçimde görüşmeye hazırım. Ama, kabul ediniz ki, bu yaklaşım, meseleyi iç politika uğruna sömüren bir yaklaşım değildir ve yine kabul ediniz ki, bu daha ciddi bir yaklaşımdır.

Tıpkı bunun gibi, Yunanistan’la Davos bir günde olmuş hadise değildir. Yani, Sayın Başbakanımız Davos’a gitmiş de, tesadüfen orada Yunan Başbakanına rastlamış, bir protokol imzalamış değildir. Sayın başbakanımızla Yunanistan Başbakanı arasında dokuz ay süren bir mesaj teatisi olmuştur. Bu da, kamuoyundan gizli yürütülmüştür. Dokuz aylık bir mesaj teatisi yapılmıştır; mesajlar gelmiştir, mesajlar gitmiştir, onun sonucunda Davos imzalanmıştır.

Davos’da başlayan diyalog, bugün bizi tatmin eden bir düzeye gelmiş midir; hayır. Zannediyorum, geçen ayın başında burada bir meclis araştırması önergesi vesilesiyle bu meseleyi görüştük. O zaman söyledim, burada yine etraflı tekrarlamak niyetinde değilim. Ama, Davos diyalogu, bizim açımızdan bugün önemli zorluklarla karşı karşıyadır. Bu zorlukların aşılması için de Sayın Papandreu’nun Türkiye’ye yapacağı ziyarette büyük önem atfediyoruz; onu da söyleyeyim. Ama, şimdi “güçlükler var” diye, diyalog fikrine karşı çıkmak mümkün müdür? Yani, eğer, diyalogsuz meseleleri halletmek mümkün olsaydı, o zaman, bunları, Dışişleri Bakanlığının bütçesinde değil, başka bir bakanlığın bütçesinde konuşmak gerekirdi.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Verilen hiçbir şey yoktur; varsa, sözcüleriniz burada söyleseydi.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sayın milletvekilleri, şimdi, aktüel olduğu için burada sık vurgulanan bir konu daha var. Amerika Birleşik devletlerinin Bağımsız Filistin Devletiyle siyasi temas kurma kararı güya Türkiye’nin etkisiyle verilmiş, daha sonra Amerikan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü bunu yalanlamış.

Bakınız, 14 Aralık 1988 günü mahalli saatle 15.00’te Sayın Başbakanımız Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Shultz’la görüşmüştür. Aynı gün saat 17.00’de Sayın Başbakanımız Washington post gazetesini ziyaret etmiştir, orada gazete editörleri ile bir toplantı yapmıştır. Bu gazetede yaptığı görüşmede, Amerikan dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşme sırasında, Türkiye’nin Bağımsız Filistin Devletini tanıma kararının gerçeklerini kendisine izah ettiğini, sorunun çözümü için Ortadoğu barışına katkıda bulunabilmek için aynı yaklaşımın Batı dünyası tarafından da benimsenmesinin yararlı olacağı kişisel görüşünde olduğunu ifade etmiştir. Sayın Başbakanın kendisiyle görüşmesinden sadece dört saat sonra, saat 19.00’da, Amerikan Dışişleri Bakanlığı Filistin Devletiyle siyasi temas kurma kararını açıklamıştır. (ANAP sıralarından, “Bravo” sesleri, alkışlar) Amerika birleşik Devletlerinin bu kararının, sadece Türk Başbakanının telkiniyle alındığını söylemiyorum; bunu söylemek, gülünç olur.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Şimdi ben de onu söyleyeceğim.

Ne Sayın Başbakanımın, ne benim, ne de resmi sıfatı olan herhangi bir arkadaşımın bu yönde hiçbir beyanı olmamıştır, gösteremezsiniz. (ANAP sıralarından alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Hiçbir beyanı olmamıştır. Ama, gayet tabii ki, Amerika Birleşik devletlerinin aldığı bu önemli kararda Sayın Başbakanımızla yapılan görüşmenin de etkisi olmuş olabilir. (ANAP sıralarından, “Bravo” sesleri, alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Biz bunu hiçbir şekilde, bu şekilde ortaya koymuş değiliz; yani, Amerika’nın bu kararı bizim telkinimizle aldığını söylemiş değiliz. Belki şurada burada kamuoyundan, basında bu tür yorumlar yapılmış olabilir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Ama, “Resmi” sıfatı taşıyan hiç kimse böyle bir yoruma katılmamıştır, Böyle bir yorumda bulunmamıştır.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – “Resmi” sıfatı taşıyan herhangi birisi bunu söylememiştir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Bir iki konuya daha değinip sonra da Kıbrıs’a geçeceğim.

Sayın İrfan Demiralp, benim, “Plan ve Bütçe Komisyonunda, yurt dışındaki vatandaşlarımızdan tahsil edilen konsolosluk harçlarının düşürüleceği yönünde vaatte bulunduğumu” ifade ettiler. Bu konuda Maliye Bakanlığımızca gerekli çalışmalar tamamlanmıştır, kararname Başbakanlığa sevk edilmiştir; 1 Ocak 1989 tarihinden itibaren yürürlüğe girmek üzere konsolosluk harçları yüzde 20 ile yüzde 60 arasında düşürülmektedir. (ANAP sıralarından alkışlar)

Sayın Murat Sökmenoğlu arkadaşım, devlet ziyaretlerinde karşılama ve uğurlamada mütekabiliyet uygulanmamasını dile getirdi. Tamamen haklıdır. Nitekim, bu sebepledir ki, gene 1 Ocak 1989 tarihinden geçerli olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütün resmi temaslarda mütekabiliyet uygulamaya karar vermiştir. (Alkışlar) Yani, bunun anlamı şudur: Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Başbakanı veya bakanları ziyaret ettikleri ülkede hangi düzeyde karşılanıp ağırlanıyorlar ise, Türkiye’yi ziyaret edecek aynı düzeydeki kişilere de aynı muamele yapılacaktır. (Alkışlar)

Yani, benim Cumhurbaşkanımın ziyaret ettiği bir ülkede eğer Cumhurbaşkanı hava alanına gelmiyorsa, onun yerine dışişleri bakanı geliyorsa, buraya gelen aynı cumhurbaşkanını da ben karşılayacağım. (“Bravo” sesleri, alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Hiç kimse karşılamadıysa, burada da hiç kimse karşılamaz.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Mütekabiliyet dedim.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sayın milletvekilleri, Yunanistan’la ilişkilerimizde aktüel olan iki konu var; burada dile getirildi, müsaade ederseniz o konularda çok kısa olarak izahatta bulunacağım:

Birisi, Doktor Sadık Ahmet’in davasıdır. Batı Trakya Türklerinden Doktor Sadık Ahmet’in davası kamuoyumuzda haklı bir hassasiyet doğurmuştur; ama Hükümetimizin bu konudaki hassasiyeti de kamuoyumuzun gerisinde değildir. 1985 yılında, Türk azınlığının haklarını ve yunan makamlarının bu konudaki uygulamalarını (anlaşmalara uymayan uygulamaların) konu alan bir imza kampanyası açtığı için kendisi hakkında bir polis takibatı yapılmıştı. 1987 yılında (geçen sene) Selanik’te Avrupa Konseyi ile işbirliği halinde bir seminer düzenlenmiştir. Bu seminerin konusu; “Demokrasi ve insan hakları” idi. O seminer sırasında Doktor sadık Ahmet, Yunanistan’daki Türk azınlığına uygulanan baskıları, haksız muameleleri konu alan bir broşür dağıtmıştır, bu fiilinden dolayı mahkemeye verilmiştir; çıkarıldığı mahkeme 30 ay hapis ve 100 bin Drahmi para cezası hükmetmiştir. Aynı fiilde, kendisine yardımcı olduğu iddia edilen, Vacip kanarya isimli bir soydaşımıza da, 15 ay hapis ve 50 bin Drahmi ceza verilmiştir. Dün, Selanik’te istinaf mahkemesinde duruşma günüydü; tanıklar katılamadığı için belirsiz bir tarihe ertelenmiştir. Daha sonra temyiz aşaması vardır. Bu uygulama, gayet tabii ki, aramızdaki anlaşmalar dolayısıyla Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir meseledir; ama, sadece Türkiye’yi ilgilendirmekle kalmaz; çünkü, birlikte üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyi çerçevesindeki çeşitli uluslar arası belgelerle de, böyle bir suçun varlığının kabul edilemeyeceği açıktır. Bu sebeple sadece Hükümetimiz değil, sadece bakanlığımız değil, aynı zamanda, Avrupa kuruluşları da meseleye büyük duyarlılık göstermektedirler. Bunu şükranla karşılıyoruz. Buna ilaveten , sayın milletvekillerimizin, çeşitli partilere mensup milletvekillerimizin, bu meselede gösterdikleri haklı tepkiyi de şükranla karşıladığımı ifade etmek isterim. (ANAP sıralarından alkışlar)

Diğer bir mesele, -yine dile getirildi_ Pire Şehitliği meselesidir. Pire Şehitliği, 1859 yılında, bir Müslüman mezarlığı olarak kurulmuştur. Daha sonra, 1890 yılında, Pire Belediyesi tarafından, Osmanlı Devletine devredilmiştir. Lozan Antlaşmasının Beşinci Bölümü, “Mezarlıklar” başlığı altında, her iki ülkede de, mezarlıkların korunacağını hükme bağlamıştır. Lozan Antlaşmasının, 124 üncü maddesinden, 136 ncı maddesine kadar olan bölüm, mezarlıklarla ilgilidir. Bu açıdan, Lozan Antlaşmasına göre, Yunanistan’ın bu mezarlığı koruma yükümlülüğü vardır. 1986 yılında, iki sene önce, böyle bir girişim daha yapmışlardı; “Uzun zamandır buraya hiç gömülen olmadı, onun için bu mezarlığın bir anlamı kalmadı” diyerek, burayı yeşil park haline getirmek istiyorlardı. Biz, o zaman bu uygulamayı reddettik; vazgeçtiler. Şimdi, yeniden gündeme getiriyorlar, bizim nabzımızı yoklamaya çalışıyorlar. Gayet tabii ki, Hükümetimiz, Lozan Antlaşmasındaki bu düzenleme paralelinde, bundan sonra da gerekli tepkiyi gösterecektir. Ayrıca, bu tür münferit uygulamaların, Davos ruhu açısından ir test niteliğinde olduğu; yani tarafların, bu diyalogu algılayış biçiminin somut bir göstergesi olduğu konusundaki ifadelerle de mutabık olduğumu ifade ederim.

Sayın milletvekilleri, son olarak Kıbrıs meselesine değinmek istiyorum. Kıbrıs meselesine değinirken,bu hususa açıklık getirmek gereği vardır: Burada, muhalefete mensup sayın milletvekilleri, Kıbrıs’tan asker çekilmesinin hiçbir zaman mümkün olamayacağını ifade ettiler. Şunu hemen söylemek zorundayım: 1975 yılından, Hükümete geldiğimiz 1983 yılı sonuna kadar, Kıbrıs’taki askeri birliklerimizden, 13 defa asker çekilmiştir. Bugüne kadar, Kıbrıs’taki Türk askeri mevcudunu azaltmayan tek hükümet bizim Hükümetimizdir. (ANAP sıralarından alkışlar) Bizim dışımızdaki bütün hükümetler zamanında asker çekilmiştir. Bunun yanlış olduğunu da söylemiyorum; çünkü buradaki mesele, oradaki asker mevcudu değildir. Asker azaltmanın birtakım önkoşulları vardır. O önkoşullar doğarsa asker azaltılır. Buradaki esas mesele, oradaki soydaşlarımızın güvenliğidir. Soydaşlarımızın güvenliğinden taviz verilemez. Sayın Denktaş bu teklifi zaten yaptı. Kıbrıs Rum kesiminde silahlanmaya on verirlerse, asker mevcudunda azaltmaya giderlerse, aynı şekilde biz de mukabele ederiz; ama, oradaki soydaşlarımızın güvenliğini tehlikeye atacak biçimde şu veya bu telkinle, şu veya bu baskıyla Kıbrıs’tan asker çekilmez.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Benim Hükümetimin zamanında çekilmez; ama o şartlar doğarsa biz bunu memnuniyetle yaparız.

Kıbrıs meselesi, Türk dış politikasının en önemli meselelerinden biri olma özelliğini bugün de koruyor. Ben sizlere dağıttığım kitapçıkta, Kıbrıs meselesine ilişkin Hükümetimizin görüşünü mümkün olduğu kadar özlü biçimde ifade etmeye çalıştım. İkibuçuk sene süren bir diyalogsuzluk döneminden sonra, yani ikibuçuk senelik bir kesiklikten sonra, bu sene içinde meydana gelen bazı gelişmelerin etkisiyle Kıbrıs meselesinin yeniden aktüel hale geldiği doğrudur, sorunun çözümü yönünde bazı yeni ümitlerin ortaya çıktığı da doğrudur. Hiç şüphesiz ki Kıbrıs meselesini aktüel hale getiren bu gelişmelerin başında Kıbrıs Rum kesiminde yeni bir liderin işbaşına gelmesi vardır.

Sayın Vasiliu bütün görüştüğü ülkelerde, bütün muhataplarında kendisinin daha esnek, daha yapıcı, daha uzlaşır bir lider olduğu imajı vermekte fevkalade başarılı olmuştur. Bize de bütün dost ülkelerden telkinler yapılmıştır: “Bu, çok esnek bir liderdir, fırsatı kaçırmayın, siz de gerekli katkıda bulunun, bu sorunun çözümü yolunda adım atılsın” denmiştir; ama ne var ki, maalesef, Vasiliu’nun yarattığı bu olumlu imaj, geçtiğimiz eylül ayında Ada’da iki toplum lideri arasında başlayan toplumlararası müzakerelere hiç yansımamıştır. Hatta tam tersine Vasiliu o görüşmelerde, selefi olan Kipriyanu’dan daha geri bir tutum sergilemiş, bir yandan görüşme masasında Sayın Denktaş’dan görüşme masasında Sayın Denktaş’la görüşürken, öbür yandan dünyayı dolaşıp Sayın Denktaş’ı uzlaşmazlıkla suçlamaya çalışmıştır.

Şimdi, altını çize çize söylüyorum. Sayın Vasiliu, Kipriyanu’ya göre gülümsemesini daha iyi beceriyor diye, işadamlığından gelmesinin de etkisi ile muhataplarında daha olumlu bir imaj bırakıyor diye, Kıbrıs meselesinin parametrelerinin değişmesi mümkün değildir. (ANAP sıralarından alkışlar) Yani, bu yüzden Sayın Vasiliu’nun gülümsemesini daha iyi becerdiği için, Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin politikasının değişmesini beklemek masumane bir deyimiyle, safdillik olur. Kıbrıs meselesinin birtakım parametreleri vardır. Bunları biz defalarca söyledik. Bu parametrelerin birincisi; Kıbrıs’taki iki toplumun siyasi eşitliğidir. Siyasi eşitliği kapsamayan hiçbir çözüm geçerli değildir. Sayın milletvekilleri, çünkü, dünya bilmiyor; ama siz biliyorsunuz. Kıbrıs Devleti suijeneris bir devlettir; yani kendine özgü bir devlettir. Bir anlaşmayla kurulmuştur. O anlaşmanın,iki tane eşit hakka sahip kurucu ortağı vardır. Kıbrıs Türk toplumu bu iki ortaktan birisidir. 1960 tarihinde kurulan Kıbrıs devletinin iki kurucu ortağından birisi Kıbrıs Türk toplumudur. Bu vesileyle hemen söyleyeyim; eğer bu gün, Türkiye için Kıbrıs davası diye bir dava varsa, bu, her şeyden önce 1959’da yapılan Londra ve Zürih Antlaşmalarına dayanmaktadır. (ANAP ve DYP sıralarından alkışlar)

Ben, bu vesileyle o anlaşmaları imzalayan, bize bugün bu davayı savunma hakkını veren, Kıbrıs’taki soydaşlarımızın ahdi haklarını bütün dünyaya kabul ettiren Adnan Menderes’i ve Fatih Rüştü Zorlu’yu rahmetle anıyorum. (ANAP ve DYP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) Çünkü, o anlaşmalar olmasaydı, bugün Türkiye Devletinin gücü bu davayı yürütmeye yeterli olamazdı. (SHP sıralarından “Ecevit dönemi” sesleri)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – 1960 yılında bütün dünya tarafından kabul edilen; ama maalesef üç sene sonra Kıbrıs Rumları tarafından zorbalıkla ortadan kaldırılan, iki toplumun siyasi eşitliğini esas almayan, Kıbrıs Türk toplumunu azınlık statüsüne indirgemeye çalışan hiçbir çözüm bugün de tartışılamaz, ciddiye bile alınamaz. Dolayısıyla, geçerli bir çözümün birinci unsuru, iki topulumun siyasi eşitliğidir, parametrelerin birincisi budur.

İkinci unsur nedir? İkinci unsur, iki kesimliliktir. Kıbrıs’ta 1963’ten başlayıp, 1974’e kadar devam eden bir mezalim yaşanmıştır, yüzlerce soydaşımız katledilmiştir, can ve mal güvenlikleri ayaklar altına alınmıştır. En sonunda, Yunanistan’daki cuntanın düzenlediği bir darbe üzerine Türkiye, anlaşmalardan doğan müdahale hakkını kullanmıştır.

1974’te bu cesur kararı veren zamanın Hükümetini de şükranla anıyorum. (ANAP ve SHP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – 1974 Temmuzunda bu cesur kararı veren Sayın Ecevit başkanlığındaki Hükümeti şükranla anıyorum. (ANAP ve SHP sıralarından”Bravo” sesleri, alkışlar)

1974 Harekatından sonra, 1975 senesinde iki toplum lideri arasında bir nüfus mübadelesi anlaşması yapılmıştır ve o nüfus mübadelesi anlaşmasına dayalı olarak, 65 bin soydaşımız Ada’nın güneyinden kuzeyine geçmiştir. Yaklaşık bunun iki katı kadar Kıbrıs Rumu da kuzeyden güneye geçmiştir. Yani, Ada’da iki ayrı olgu, iki ayrı siyasi antite ortaya çıkmıştır. O tarihten beri Ada’da huzur ve güven vardır, yani münferit bir iki olay dışında, ki o da ara bölgede meydana gelen olaylardır, genelde Ada’da huzur ve güven vardır.

Şimdi biz diyoruz ki, Kıbrıs’ta geçerli bir çözüm, ancak bu iki kesimlilik gerçeği üzerine inşa edilebilir: Tabii, bu arada evlerinden olan, mallarından ve topraklarından olan insanlara karşılıklı olarak tazminat ödenmelidir. Sayın Denktaş, zaten bunu önermiştir.

Kıbrıs’ta adil, geçerli, gerçekçi ve kalıcı bir çözüm ancak iki toplumun siyasi eşitliğine ve iki kesimliliğe dayalı bir çözüm olabilir. Bunun için en uygun hukuki çerçeve de federasyondur.

Ayrıca, 1959 anlaşmasında olduğu gibi, bu federal devletin ana unsurlarını, esasını, anayasal unsurlarını güvence altına alacak garanti bir sisteme ihtiyaç vardır. Geçmişteki acı tecrübelerin ışığında, Kıbrıs Türk Toplumu, bu konuda kendisi açısından tek güvenilir garantinin Türkiye’nin etkin güvencesi olduğuna inanmaktadır.

Kıbrıs sorununun çözümü için sıraladığım bütün bu unsurlar; yani siyasi eşitlik, iki kesimlilik ve Türkiye’nin etkin güvencesi bütün saydığım bu unsurlar, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Perez de Guellar’ın, iki toplum temsilcileri ile yaptığı uzun görüşmelerden sonra 29 Mart 1986’da “Ortak ürünümüzün çabası” diye ortaya koyduğu çerçeve anlaşması taslağında mevcuttur. Bildiğiniz gibi, bu anlaşma taslağı, Kıbrıs Türk tarafınca kabul edilmiştir ve Kıbrıs Rum tarafınca da reddedilmiştir.

Şimdi bugün, Kıbrıs’ta iki toplum lideri arasında sürdürülen ve daha iki gün önce ikinci bölümü başlayan toplumlararası müzakerelerin esas amacı, bir ortaklık devletinin kurulma şartlarını araştırmaktır. Rum uzlaşmazlığının kaçınılmaz bir sonucu olarak bugün ortaya çıkan iki devlet olgusunun nasıl ortak bir devlette, bir ortaklık devletine dönüşülebileceğinin egzersizi yapılmaktadır. Bu yapılırken gayet tabii, iki taraf da, ayrı yarı kimliklerini koruyacaklardır ve nihayet gayet tabiidir ki, mevcut durumun böyle bir çözümle ikame edilebilmesi için, her iki taraf da ilave birtakım unsurlar getirmesi lazımdır; yani her iki taraf için de müşevvikler ihtiva etmesi lazım ve onun içindir ki her iki tarafın da bunu samimi olarak arzulaması lazımdır. Bu, işin ön şartıdır; ama Rum tarafı henüz bu ana konuda, yani bir ortaklık devletine razı olup olmadığı konusundaki tavrını ortaya koymada, birtakım tali konuları masaya getirmiştir; üç hürriyetler gibi birtakım meseleleri ortaya getirmiştir.

Bununla iki amacı vardır. Bir tanesi, kurulacak olan federal devleti sulandırmaktır. İkinci amacı, meseleyi bu şekilde tali konulara teksif ettiği zaman, devamlı, meseleyi bölünmez bir bütün halinde tartışmak yaklaşımını savunmuş olan Denktaş’ı, gidip uzlaşmazlıkla şikayet etmektir; onu uzlaşmaz birisi durumuna düşürmek, o şekilde lanse etmektir; ama Sayın Denktaş, bu tehlikeyi tam zamanında sezmiş ve en son New – York’ta üç hürriyetlere ilişkin olarak yaptığı önerilerde bu oyunu bozmuştur. Sayın Denktaş, üç hürriyetlerden dolaşım hürriyetini, başlangıçtan itibaren ve sınırsız olarak kabul ettiğini açıklamıştır. Diğer iki hürriyetin, yani yerleşim ve mülk edinme hürriyetlerinin ise, ancak bir moratoryum süresini müteakip ve kademeli olarak kabul edilebileceğini ifade etmiştir.

Ayrıca, Sayın Denktaş’ın bir önerisi daha olmuştur. Rumların yaptıkları ve ütopik olan silahsızlanma önerisine karşılık, Sayın Denktaş, karşılıklı ve dengeli kuvvet indirimi fikrini getirmiştir, yani, Ada’daki Kıbrıs Türk ve Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs Rum ve Yunan kuvvetlerinin toplamından teşekkül eden iki unsur arasında karşılıklı olarak dengeli bir biçimde kuvvet azaltımına gidilebileceğini önermiştir. Maalesef, Vasiliu’nun buna cevabı ne olmuştur bilir misiniz? New-York’tan, Atina’ya gelmiştir, Sayın Papandreu ile görüşmüştür ve sonra, “Yunanistan’ın bundan sonra Kıbrıs Rum Kesiminin savunması faaliyetlerine daha aktif biçimde katılacağını” açıklamıştır.

Sonuç olarak: Kıbrıs meselesi, milletimize mal olmuş milli bir meseledir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Sayın Denktaş’ın izlediği politika, Hükümetimizin tam desteğini haizdir. (ANAP sıralarından alkışlar) Bu konuda yapılan sayısız spekülasyonları önlemek gücümüzde değildir; ama bunların hepsini reddetmek elimizdedir ve işin doğrusu da budur.

Türkiye, bu güne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Kıbrıs Türklerinin güvenlik ihtiyaçlarına cevap verecek bir ortaklık devletini amaçlayan samimi çabaları desteklemeye devam edecektir. Ancak, Türkiye’nin, Kıbrıs’ta, etiketi ve kılıfı ne olursa olsun, tek bir Helen devleti kurulmasına veya şu veya bu şekilde yeni bir Enosis macerasına müsaade edeceğini veya seyirci kalacağını düşünenler hayal aleminin de ötesinde, rüya görmektedirler. (ANAP sıralarından alkışlar) Yıllardan beri bu rüya, bu hayal aleminde yaşayanların artık uyanması lazımdır ve konuya doğru biçimde, samimi ilgi gösteren bütün tarafların, bütün devletlerin de onlara bu konuda telkinde bulunması yardımcı olması zamanıdır.

Sayın milletvekilleri, sözlerimin sonunda, Büyük milletimizi dış ülkelerde temsil ederken, kahpe kurşunlara hedef olup, şehitlik mertebesine ulaşan bütün Dışişleri mensuplarını bir defa daha tazimle anıyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)