DIŞİŞLERİ BAKANI SAYIN MESUT YILMAZ'IN
BAKANLIĞININ 1990 BÜTÇESİ İLE İLGİLİ YAPTIĞI KONUŞMA

22 Aralık 1989 Cuma

* * *

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Rize) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Bakanlığımın 1990 yılı Bütçesi üzerinde, gerek parti grupları, gerekse şahsı adına söz alan, değerli görüşlerini eleştirilerini ve dileklerini dile getiren sayın milletvekillerine teşekkür ediyorum.

Geride bıraktığımız bir sene zarfında, Türk dış politikası açısından birinci derecede öncelik taşıyan belli başlı konularda kaydedilen gelişmelere ilişkin değerlendirmelerimiz ve önümüzdeki bir sene içinde izleyeceğimiz dış politikanın ana hatlarını, sizlere dağıtmış olduğumuz bu kitapçıkta bilgilerinize getirdik. Ben burada kısa konuşacağım ve bu kitapçığı sizlere okumak yerine, burada Bakanlığıma yöneltilen, önemli saydığım bazı eleştirileri cevaplandırmaya çalışacağım.

En başta dış politikanın genel çerçevesine ilişkin bazı hususlara açıklık getirmek istiyorum.

Sayın milletvekilleri, sadece bizde değil, yani Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde, kamuoyları, dış politikaya, genellikle duygusal yaklaşma eğilimindedirler; hatta, basının, politikacıların, hatta hatta akademisyenlerin dahi zaman zaman kendilerini bu duygusallığa kaptırdıkları doğrudur. Ama, bizler, yani dış politikayı yürütenler, meselelere duygusal yaklaşmak lüksüne sahip değiliz. Hiçbir zaman, böyle bir lüksümüz yoktur. Yani, meselelere duygusal bakabilme lüksümüz yoktur. Tam tersine, aslında, birbirinden ilgisiz gibi gözüken, birbirinden ilgisiz olduğu zannedilen birçok konuyu birlikte mütalaa etmeye, çeşitli dengeleri bir arada gözetmeye, ülkenin gücünü ve imkanlarını doğru hesap etmeye, kısa ve uzun vadeli çıkarları bir arada izlemeye mecburuz. Kağıt üzerinde çok parlak gibi gözüken bazı önerilerin, pratikte, maalesef hiçbir değer taşımadığını bilmek zorundayız.

Sayın milletvekilleri, bu söylediğim genel kurallar, özelde, yani Türk dış politikası söz konusu olduğunda, ziyadesiyle geçerlidir. Yani, bazılarının zannettikleri gibi, tüm olumlu koşulların bizim için seferber edildiği, tüm ülkelerin bizim kalkınmamıza, güçlenmemize katkıda bulunmak için birbirleriyle yarış ettikleri pespembe bir dünyada yaşamıyoruz. İçinde yaşadığımız dünyanın gerçekleri, Türkiye’nin gerçekleri, bundan çok farklıdır. Diyebilirim ki, tam tersine, tarihten ve coğrafyadan gelen birçok kısıtlayıcı faktörün etkisi altında dış politika yapmaya mecburuz.

Batının yüzlerce yılda sağladığı gelişmeleri, otuz kırk yıla sığdırmaya çalışan çok dinamik bir toplumumuz var. Belki, dünyanın en kritik noktasında yaşıyoruz; ama, dış politikamızı yürütürken, sadece bugün ve bu topraklarda yaşayan insanların veya yarın yine bu topraklarda yaşayacak olan gelecek kuşaklarımızın çıkarlarını gözetme amacıyla sınırlı kalamayız. Bazen, Kıbrıs’ta, Bulgaristan’da, Batı Trakya’da da yaşayan soydaşlarımızın hukukunu, Almanya’da, Avrupa ve dünyanın diğer birçok ülkelerinde yaşayan, ekmek kazanmak için o topraklarda çalışan insanlarımızın hukukunu, bazen de şu Ermeni meselesinde olduğu gibi, bizden çok önce bu topraklarda yaşamış olan atalarımızın şerefini korumak, onları savunmak da aynı politikanın amaçları içindedir. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

Bütün bunları yaparken, diplomasinin imkanlarıyla, diplomasinin araçlarıyla sınırlı olduğumuzu unutamayız; Büyük Atatürk’ün koyduğu barışçı çizgiden sapamayız; zaman zaman kulağa oldukça hoş gelse bile, maceraperest tahriklere itibar edemeyiz, Binaenaleyh, dış politikada maceracı olmadığımız doğrudur. Bazen, sadece iyiler arasında değil, kötüler arasında tercih yapmak zorunda kaldığımız da doğrudur ve nihayet, Dışişleri Bakanlığının sadece bugün değil, hemen hemen her zaman kadro ve bütçe zorluklarıyla karşı karşıya olduğu, bunların etkisi altında çalışmak zorunda kaldığı da doğrudur; ama, Türk dış politikasına “Pasif, aşırı muhafazakar” veya bugün burada yapıldığı gibi, “Aşırı centilmen” şeklinde yapılan eleştiriler doğru değildir. Doğru olan, bu eleştirileri yapanların, eğer kişisel veya partisel nedenlerle hareket etmiyorlarsa, Türk dış politikasının içinde oluştuğu bu genel çerçeveyi gözden kaçırdıklarıdır.

Bakınız, bir tipik örnek vereceğim; Sayın SHP sözcüsü, “Dışişleri Bakanlığının fonksiyonlarının birçok bakanlıklara dağıtıldığını” ifade etti. Aslında, bu eleştiri, bu kürsüye ilk defa gelmiş değildir; bundan önce de çeşitli vesilelerle buna benzer eleştiriler buradan ifade edildi. Şimdi, şunu söylemek durumundayım:

Birincisi; bu iddia doğrudur. Yani, Dışişleri Bakanlığının klasik olarak yürüttüğü bazı fonksiyonlar bazı bakanlara dağıtılmıştır. Bunların en başında gelen, çeşitli ülkelerle yürüttüğümüz ikili ekonomik ilişkilerin koordinasyonudur. Ben çıkardım; şu anda 36 ülkeyle karma ekonomik komisyonumuz var, 5 ülkeyle de karma ekonomik komisyon kurmak için müzakereleri sürdürüyoruz. Yani, toplam 41 ülkeyle karma ekonomik komisyon çerçevesinde ilişkilerimizin götürülmesi sözkonusudur. Bu duruma gelmiş olmamız, yani yeryüzünde 40 küsür ülkeyle karma ekonomik komisyon kuracak kadar ekonomik ilişkilerimizi kurumsallaştırmış olmamız, Türkiye’nin eriştiği bir aşamanın ifadesidir. 1980 yılındaki rakam bunun kat be kat altındaydı.

İkincisi; bir pratik durumdur. 41 tane komisyon var. Bu komisyonlar her sene toplanırlar; bir sene Türkiye’de bir sene de o ülkede toplanırlar. 41 ülkeyle kurduğumuz bu komisyonların her birinin toplantısı iki üç gün sürer ve bu, bakanlar seviyesindedir; yani, eşbaşkanı, bakandır. Eğer arkadaşlarımın önerdikleri gibi, ben, Dışişleri Bakanı olarak, bu 41 komisyonun hepsine eşbaşkanlık edersem, yani Türk tarafının başkanı olursam senenin 120 gününü, sadece komisyon toplantılarında tüketirim. Bu, mümkün değildir. Zaten, bu ülkelerin hiçbirisinin de eşbaşkanı dışişleri Bakanı değildir; çeşitli bakanlara dağıtılmıştır; onun mümasilleri de bizdeki diğer bakanlardır.

Türkiye’nin üye olduğu uluslar arası kuruluşlar var; Birleşmiş Milletler var, NATO var, Avrupa Konseyi var, OECD var, İslam Konferansı Örgütü var, Avrupa Topluluğuyla kurumsal ilişkilerimiz var... Bunlar, hep bakan seviyesinde yürütülen ilişkilerimizidir. Bunların, senelik öngörülmüş düzenli toplantılarının icmalini çıkarırsanız, iki ayı geçer. Şimdi bunların hepsine Dışişleri Bakanı olarak ben katılırsam, o zaman size söyleyeyim, en önemli görevlerimden biri addettiğim Yüce Meclisin denetimine vakit ayırmam mümkün olmaz; yani buraya gelip, size, dış politikanın hesabını veremem. Kaldı ki, benim de bir normal yürüyen, yani Bakanlığımın başında olmam gereken işlerim var, ikili temaslarım var; yani bize, ikili siyasi temaslar çerçevesinde gelen dışişleri bakanları var; benim yapmam gereken ziyaretler, ikili temaslar var, protokol hizmetlerim var; Cumhurbaşkanının her elçi kabulünde bulunmam gerekiyor. Her elçiyle, itimatnamesini Cumhurbaşkanına vermeden evvel, mutlaka görüşmem gerekiyor. Ayrılan her elçiye yemek vermem lazım. Elçilerin önemli taleplerinin hepsinde, tabii meselenin önemine göre, bizzat görüşmede bulunmam lazım...

Ama, bütün bunları bir kişinin yapması mümkün değildir; yani sizin önerdiğiniz model gerçekçi değildir. O halde, diğer demokratik ülkeler bu meseleyi nasıl çözmüşlerdir?... Onlarda en yaygın model şudur: Dışişleri bakanının yanında, siyasi sorumluluk, siyasi nitelik taşıyan, bu komisyonlara başkanlık edebilecek, resmi temaslarda başkanlık edebilecek iki, üç, bazen de dört bakan yardımcısı vardır hem de, ayrıca, münhasıran belli konuların tahsis edildiği devlet bakanları vardır. Yani, bizdeki sistem, uluslararası uygulamaya yabancı bir sistem değildir. Binaenaleyh, yapılan eleştiri haklı değildir; bu, bir zaruretten kaynaklanmıştır ve yabancı modellere de uygundur. Ama, şunu kastediyorsanız; “Dağıtılan bu fonksiyonlar Dışişleri Bakanlığının koordinasyon görevine zarar vermektedir. Dışişleri Bakanlığının koordinatör bakanlık olmaktan çıkarmaktadır” diyorsanız, ben aynı kanıda değilim; yani, bakan kim olursa olsun, koordinatör bakanlık, Dışişleri Bakanlığıdır. Hiç birisinin bu iş için tahsis edilmiş özel kadroları yok; hepsinde Dışişleri Bakanlığının elemanları hizmet yapıyorlar, yani işin sekreterliğini de, koordinasyonunu da benim Bakanlığım yürütüyor; ama, “Bakanlar arasında zaman zaman kopukluklar, koordinasyon eksiklikleri olabilir” derseniz, o kunda dikkatli olmamız gerektiğin de kabul ederim.

Şimdi, zannediyorum burada ifade edilen konular içerisinde en fazla güncellik taşıyan ve haklı olarak en fazla ağırlık verilen konulardan birisi, Türkiye’nin, Avrupa Topluluğuna tam üyelik için yaptığı başvuruya ilişkin görüşlerdir.

Sayın milletvekilleri, biz, Avrupa Topluluğuna tam üyelik için Nisan 1987’de, yani bundan iki buçuk sene önce müracaat ettik. Bizim yaptığımız bu müracaat konusundaki o eleştiriler geçerli değildir; yani iç politika için filan yapılmış değildir; yani iç politika için filan yapılmış değildir; bizim yaptığımız müracaat, Türk Devleti adın, sizin de paylaştığınızı bildiğim bir siyasi irade beyanıdır. (ANAP sıralarından alkışlar) biz, bu müracaatımızla, Avrupa Topluluğunun sahip olduğu ortak değerleri paylaştığımızı ifade etmişizdir. Biz, bu müracaatımızla, Avrupa Topluluğunun çeşitli alanlarda gerçekleştirdiği normlara ulaşma arzumuzu belirtmişizdir. Buz, bu müracaatımızla, bazı sayın muhalefet temsilcilerinin söyledikleri gibi, Avrupa ile aramızda hiçbir farkın kalmadığı, Avrupa’nın bizi kabul etmek mecburiyetinde olduğu, Türkiye’nin Avrupa Topluluğu üyeliğine hemen hazır olduğu anlayışıyla hareket etmedik. Hatırlarsanız; hemen tam üyelik müracaatımızın verilmesini müteakip, her düzeyde yapılan hükümeti bağlayıcı açıklamalarda, bunun, Türkiye’nin önünde çok uzun ve çok zor bir yol olduğu ifade edilmiştir. Şimdi o sürecin içindeyiz; neresinde olduğumuzu bilmiyorum; ama sürecin içindeyiz. Önümüzde daha çok zor yıllar vardır; yolun çok zorlu bölümleri vardır ve bunu, katiyen onur kırıcı bir muamele olarak almamak lazımdır. Muhalefet sözcülerinin buradaki ifadelerine katılmadığımı dile getirmek istiyorum.

İngiltere’nin, Portekiz’in, İspanya’nın; yani o normlara bizden çok daha fazla sahip olduğunu bildiğimiz ülkelerin Avrupa Topluluğuna üye olmak için kaç sene beklediklerini, kaç defa veto edildiklerini, buna rağmen bu müracaatlarında, bu entegrasyon taleplerinde ısrarlı oldukları için, sonunda üyeliğe kabul edildiklerini dikkate alırsanız veyahut da bunları gözden kaçıracak kadar iç politika malzemesi içinde boğulmazsanız, o zaman, durumu daha gerçekçi değerlendirme imkanınız doğacaktır.

Siz, İngiltere’nin, Avrupa Topluluğunda iki defa ret cevabı aldığını bilir misiniz?

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Şimdi, Türkiye’nin, 1970’li yıllarda yapması gerektiği halde yapmadığı, 1987 yılında ve bana göre isabetli bir kararla yaptığı tam üyelik başvurusu, Konsey tarafından, görüşü alınmak üzere, Komisyona havale edilmiştir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Bizim muhatabımız Avrupa Topluluğu Bakanlar Konseyidir. Çünkü, Topluluğun en üst karar organı odur; Komisyon, bir karar organı değildir; Komisyon, Konseyin bir danışma organıdır. Yani, bizim müracaatımızı Konsey adına, Konseyin kendisine yaptığı talep üzerine değerlendiren ve sonunda kendi görüşünü Konseye ileten bir organdır Avrupa Komisyonu. Şu anda o noktadayız. Yani, Avrupa Topluluğu komisyonu, Türkiye’nin tam üyelik müracaatı üzerine, Konseyin kendisine verdiği görev çerçevesinde, Türkiye’nin tam üyelik şartlarını değerlendirmiştir. Bir anlamda Türkiye’nin resmini, fotoğrafını çekmiştir.

Bunu söylersem mahcup olursunuz. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar ve DYP sıralarından “Söyle, söyle” sesleri)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sayın Başkan, müsaade ederseniz, ben konuşayım...

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sayın milletvekilleri, ben, ekonomik sorumluluk taşıyan bir bakan değilim; ama, Türkiye’nin bu müracaatıyla, ekonomik bakımdan Avrupa Topluluğuna katılabilecek düzeyde olma iddiası taşımadığını söyledim.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Aksine hiçbir beyan da yapılmamıştır; ama, 1980'’i yıllarda Türkiye'’in büyük fedakarlıklar pahasına yürüttüğü yapısal değişimi, Türkiye’ye tam üyelik müracaatında bulunma cesaretini vermiştir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Sizi, burada devamlı müdahalede bulunmaya sevk edecek kadar rahatsız etmeye etkili olan bu yapısal değişim, Türkiye açısından birtakım fedakarlıkları getirmiştir.

Sayın milletvekilleri, bugün tekrar söylüyoruz; yani, müracaatımızdan ikibuçuk sene sonra söylüyoruz, bugün hala Avrupa Topluluğunun normlarına ulaştığımız iddiasında değiliz. Ekonomik bakımdan, Avrupa Topluluğunun tam üyeliğine hazır olduğumuz da düşünmüyoruz...

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Tam tersine, önümüzde uzun bir yolun daha olduğunu söylüyorum; ama o yolu daha efektif geçirebilmek için, yani Türkiye’nin tam üyeliği sağlayacak şartların yaratılması için geçirebilmek uğruna, Avrupa Topluluğunun asıl karar organı olan Bakanlar Konseyinden, şimdi, daha net bir karar bekliyoruz.

Bakınız, ne kastediyorum: Bizim bugün olduğumuz noktaya, Yunanistan 1976’da geldi. Yunanistan, 1975 yılında Avrupa Topluluğuna tam üyelik için müracaat etti. Bizim gibi, onların müracaatı da Bakanlar Konseyine yapılmıştır. Bakanlar Konseyi, tıpkı bize yaptığı gibi, zannediyorum, Haziran 1975’te, Yunanistan’ın müracaatını aldı, Komisyona havale etti. Şimdi, dikkat buyurunuz; Konsey, Yunanistan’ın müracaatını Komisyona havale ederken bir deklarasyon yapmıştır; bu deklarasyonda şunu söylüyor: Yunanistan’ın tam üyelik müracaatının incelenmesinin, Toplulukla Türkiye arasındaki ilişkileri etkilemeyeceği ve Türkiye ile yapılan ortaklık anlaşması ile garanti edilen hakların bu gelişmeden etkilenmeyeceğini ifade ediyor.

Komisyon, bu müracaat üzerine, görüş bildirmek için çalışmaya başladı ve altı aylık bir zaman içerisinde, Yunanistan’ın tam üyelik müracaatına ilişkin görüşünü belirledi ve Konseye sundu,; bu da, tarih itibariyle 1976 yılı Ocak ayı sonudur. Komisyon raporu olumsuzdur. Yani, bugün bizim için hazırlanan rapora göre, 1976’da, Komisyonun Yunanistan için hazırladığı rapor, çok daha olumsuzdur. Bırakınız Yunanistan’ın ekonomik bakımdan Topluluk üyeliğine hazır olmasını, yunan makamlarının Komisyona görüş hazırlaması için gerekli işbirliğini sağlamamasından yakınılmaktadır. Yani, Komisyonun, Yunanistan’ın ekonomisinin düzeyini belirlemekte güçlük çektiği ifade edilmektedir ve sonuç olarak, Yunanistan’la tam üyelik müzakerelerinin başlatılmaması Konseye önerilmektedir.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Buna rağmen, Komisyon raporunda bir husus daha var; o da, demin bahsettiğim husustur. Yani, Yunanistan’la tam üyelik müzakerelerine başlansa dahi, Türkiye ile Topluluk arasındaki ilişkilerin bundan olumsuz etkilenmemesi gerektiğine ilişkin, daha önce verilmiş olan Konsey kararına işlerlik kazandırılması, Komisyon tarafından önerilmektedir. Bu beyan, aynı zamanda 1980 yılında Türkiye ile AET arasındaki Ortaklık Konseyinin de kararı olarak kabul edilmiş ve kayda geçirilmiştir.

Gene, Yunanistan’ın tam üyelik süreci içerisinde, bizi bugün hayati ölçüde etkileyebilecek önemli bir gelişme daha vardır. Ocak 1976’da, Avrupa Topluluğu Komisyonu raporunda, Avrupa Topluluğunun Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflara taraf olmadığı ve bundan sonra da olmaması gerektiği ifade edilmiştir.

Şimdi, sayın milletvekilleri, bu Komisyon görüşünde bizi en fazla rahatsız eden husus, Komisyonun hiç üstüne vazife olmadığı halde; yani, teknik bir organ olarak bu konuda görüş belirtme yetkisi olmadığı halde, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflara ve Kıbrıs sorununa atıf yapmış olmasıdır.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Böyle bir atfın yapılmak istenmesi üzerine; hatırlarsanız, geçen sene, Türkiye, ortaklık Konseyi toplantısını terk etmiştir. Şimdi, Komisyonun görüşü Konseye havale edilmiştir; yani, Konseye sunulmuştur.

Bu arada, Konsey Dönem Başkanlığını yürüten Fransız dışişleri Bakanı Dumas’nın, geçtiğimiz Pazartesi günü yapılan ve bu konunun da ele alındığı ve Komisyon görüşünün müteakip konsey toplantısına havale edildiği toplantıdan sonraki bazın toplantısında, bir soru üzerine yaptığı açıklamayı, burada, takdirle kaydetmek isterim. Fransız Dışişleri Bakanı ve Avrupa Topluluğu Bakanlar konseyi Dönem Başkanı, Türkiye’nin tam üyelik müracaatının Türk – yunan ilişkilerinde ve Kıbrıs sorunundan etkilenebileceği konusunda bir konsey kararı olmadığını, bunun sadece, bir ülkenin münferit tutumunu yansıttığını belirtmiştir.

Şimdi, bizim açımızdan; yani, Avrupa Topluluğuyla olan ilişkilerimiz açısından daha çok önem taşıyan husus, bundan sonraki evredir. Şimdi, Komisyon görüşü Bakanlar Konseyinde ele alınacaktır. Biz, Bakanlar Konseyinin, Avrupa Topluluğunun en üst karar organının, Türkiye’nin tam üyelik müracaatını ve bu müracaata ilişkin Komisyon görüşünü karara bağlarken, daha önce yapmış olduğu kendi beyanlarıyla tutarsızlığa düşmeyeceğini ve Türkiye’nin tam üyeliğini Kıbrıs konusuyla ve Türk – Yunan ilişkileriyle irtibatlandırmayacağını umuyoruz. Bunun aksi, Konseyin tutarlılığına geniş ölçüde gölge düşürecek olan ve Topluluğun, Türkiye olarak, bizim de benimsediğimiz, paylaştığımız, gerçekleştirmeye çalıştığımız ortak değerleri üzerinde ciddi soru işaretleri yaratacak olan vahim bir gelişmedir.

Elbette ki, Avrupa Topluluğuna tam üye olmak için, enflasyonu belli bir düzeyin altına düşürmek gerektiğini biliyoruz. Elbette ki, Avrupa Topluluğuna tam üye olmak için, son iki buçuk sene zarfında; demokratik haklar alanında, insan hakları alanında yapmış olduğumuz atılımların yeterli olmadığını, zamanı ve zemini kollayarak, bunlara yenilerini de ilave etmek gerektiğini biliyoruz.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Bunları yapmaya kararlıyız; ama, Avrupa Topluluğu Bakanlar Konseyinden beklediğimiz bir şey var: Bakanlar Konseyi bize, haklı gördüğümüz, kendi iç nedenlerinden kaynaklanan, tam üyelik müzakerelerinin başlangıç tarihini erteleme kararı –ki, sadece Türkiye için değil, şu anda mevcut ve müstakbel bütün adaylar için de geçerli olan erteleme kararı- konusunda açıklık getirmek durumundadır. Yani, belki tarih bil zikretmeden, iç pazarın gerçekleşmesini müteakip, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin başlanacağına ilişkin bir prensip kararının, Bakanlar Konseyinde alınmasını bekliyoruz. Biz, Bakanlar Konseyinin Yunanistan’a sağladığı siyasi ayrıcalığı beklemiyoruz; yani, olumsuz komisyon raporuna rağmen tam üyelik müzakerelerinin derhal başlatılması şeklinde bir karar beklemiyoruz; ama hiç olmazsa, tarih belirtilmese dahi, tek pazarın gerçekleşmesini müteakip Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlanacağına ilişkin siyasi ilke kararırının, bu Bakanlar Konseyi toplantısında alınmasını bekliyoruz.

Sayın milletvekilleri, bazı münferit konular var. Bir tanesi İran’la ilişkilerimizi ilişkindir.

Evvela şunu söyleyeyim; İran bizim en eski ortak sınıra sahip komşumuzdur, yani İran’la bugünkü aramızdaki sınır, 1639’da Kasrışirin Anlaşmasıyla çizilen en eski sınırımızıdır ve biz İran’la ilişkilerimize özel bir önem atfediyoruz. Bunu da açıklıkla ifade edeyim. İran’la ilişkilerimizin geliştirilmesi, ancak karşılıklı saygı, ortak çıkar ve içişlerine karışmama ilkeleri çerçevesinde mümkündür. Bu şekilde, İran’la ilişkilerimizde her iki ülkenin de çıkarına hizmet edecek yeni bir dönemin açılmakta olduğunu söyleyebilirim.

Dün Ankara’ya yeni atanan büyükelçilerini kabul ettim. Aldığım izlenim, aynı anlayışın İran’ın yeni yönetimince de paylaşıldığı yönündedir. Bununla, İran’la aramızda halledilmesi gereken bazı sorunların olmadığını kastetmiyorum. Bir tanesi, burada haklı olarak ifade edilen, hiçbir şekilde kabul etmemiz, mazur görmemiz mümkün olmayan, Tahran Büyükelçiliğimize yapılan saldırıyla ilgilidir. Bu konudaki tazminat talebimiz henüz İran makamlarınca neticelendirilmemiştir; ama bu konudaki girişimler sürekli olarak tekrarlanmaktadır. İran’ın da Türkiye’den, İstanbul’daki Başkonsolosluğuna ilişkin bir tazminat talebinin bulunduğunu, bunun da henüz yerine getirilmemiş olduğunu burada ifade etmek durumundayım; ama bütün bu kısıtlayıcı faktörlere rağmen, İran’la ilişkilerimizin yönü olumlu istikamette gelişmektedir ve eminim ki, önümüzdeki dönemde iki ülke yöneticileri de, iyi ilişkilerin ve işbirliğinin, her iki ülkenin de çıkarına olduğunun bilincine daha yakından ereceklerdir.

Suriye konusunda, evvela Suriye Enformasyon Bakanının basında da yer lan bir beyanatı ifade edildi. Biz bu konuda Suriye’den resmen bilgi istedik. Biliyorsunuz ki, bu haberlerin kaynağı bazı Kıbrıslı Rum gazetecilerdir. Suriye makamları bize, “Suriyeli bakanın böyle bir görüş serdetmediğini” söylemişlerdir. Ayrıca, “Türkiye ile ilişkilerine verdikleri önem çerçevesinde, bunun mümkün olmayacağını, sözkonusu edilemeyeceğini” ifade etmişlerdir.

Kıbrıslı Rum gazetecilerin ortaya attıkları böyle bir iddiayı, asıl serdettikleri iddia edilenler doğrulamadıkça, Türkiye açısından yapılacak bir girişim yoktur; ama çok daha ciddi bir olay, 21 Ekim 1989 tarihinde, Suriye askeri uçaklarının, bir sivil uçağımızı Türk semalarında düşürmesiyle ilgilidir. Olay 21 Ekim Cumartesi günü meydana geliyor. Ortak sınırımızın 20 kilometre içinde olay vuku buluyor ve aynı gün öğleden sonra Ankara’daki Suriye Büyükelçisi, Bakanlığa davet ediliyor, kendisine hem protesto veriliyor ve hem de bütün haklarımızı saklı tuttuğumuz ifade ediliyor; en kısa zamanda da Suriye makamlarından bu konuda açıklama beklediğimiz ifade ediliyor. Aynı gün akşamleyin (yine 21 Ekim 1989’da) Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı, bizim Şam Büyükelçimizi makamına davet ediyor, evvela özür diliyor, olaydan duydukları üzüntüyü resmen ifade ediyor, sonra bir soruşturma komisyonu oluşturduklarını ve bu soruşturma komisyonunun yürüteceği soruşturma sonunda belirlenecek sorumluları en ağır şekilde cezalandıracaklarını ifade ediyor. Ertesi gün Ankara’daki Suriye Büyükelçisi tekrar Bakanlığımıza geliyor, aynı hususları tekrar bize teyit ediyor. 26 Ekim’de, yani dört gün sonra Suriye Büyükelçisini tekrar Bakanlığa davet ediyoruz, kendisine olayın cereyan tarzıyla ilgili bir nota veriyoruz, bizim kendi araştırmamız sonucunda tespit ettiğimiz bütün bulguları Suriye makamlarına iletmeye hazır olduğumuz ifade ediyoruz ve tazminat talebimizi tekrarlıyoruz. Aynı zamanda da bu soruşturmanın en kısa zamanda tamamlanmasını, sorumluların en ağır biçimde cezalandırılmasını ve sonucun da süratle bize bildirilmesini istiyoruz.

Aradan geçen zaman zarfında (17 Kasım 1989’da) bütün ilgili kuruluşlarla yapılan koordineli çalışmalar sonucunda, tazminat talebimizi belirliyoruz ve toplam 14 milyon 651 bin dolar tutarındaki tazminat talebimizi de Ankara’daki Suriye Büyükelçisine tevdi ediyoruz ve bu tazminat talebimizi tevdi ederken, ayın zamanda, olayda hayatını kaybeden beş Türk görevlisinin yakınlarının, Suriye mahkemeleri nezdindeki haklarını da saklı tuttuğumuzu ifade ediyoruz.

20 Kasım 1989’da Suriye Bakan Yardımcısı Ankara’ya geliyor, kendisiyle yapılan görüşmelerde bu taleplerimizi tekrarlıyoruz ve Suriye’deki soruşturmanın bitmek üzere olduğunu, Suriye’deki soruşturmayı yürüten heyetin, Türkiye’ye de gelerek, burada inceleme yapacağını ifade ediyorlar ve 5 Aralık 1989 günü, üç Suriye’li generalden oluşan bir heyet Türkiye’ye geliyor; kendilerine hem Ankara’da (Or-An’da) Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü eğitim tesislerinde bulunan uçağın enkazını gösteriyoruz, hem de Hatay’ın Altınözlü İlçesine götürüp, olay mahallinde inceleme yaptırıyoruz; 8 aralık tarihinde de tekrar Suriye heyetiyle bir görüşme yapıp, olay hakkında kendileriyle istişare ediyoruz. Bu üç generalden oluşan Suriye heyetinin başkanı, “Suriye Hükümetinin, pilotların hatlarından sorumlu olduğunu” belirtiyor; “tazminat konusunda da önümüzdeki günlerde görüşmelerin yapılacağını” ifade ediyor. Bu arada, olaya neden olan 2 pilot ve 1 yer görevlisinin de Suriye’de tutuklanmış oldukları bize ifade edildi.

Şimdi, bütün bunları, olayın vahametini azaltmak için söylemiyorum; ama, olayın yakın takibimiz altına olduğunu ve olayı, önemiyle mütenasip biçimde izlediğimiz ifade ediyorum. Elbette ki, makul sürec içerisinde tatmin edici sonuçlara ulaşılmadığı takdirde, Türkiye olarak gerekli her türlü tedbire tevessül edileceğini de burada bir defa daha ifade ediyorum.

Kıbrıs konusu sayın sözcüler tarafından ifade edildi ve hatta Kıbrıs Rum tarafının zaman zaman Doğu Avrupa’daki gelişmelerden esinlenerek, Berlin’de Berlin duvarının yıkılması değildir, sınırların ortadan kalkması değildir. Avrupa haritası hala olduğu gibi duruyor, sınırlar duruyor. Berlin’de olan hadise, aralarında duvar çekilmiş, kırk seneden beri birbirinden ayır yaşayan aynı halkın insanlarının aralarındaki düşmanlığın kalkmasıdır, bağnazlığın kalkmasıdır. Kıbrıs’ta iki ayrı halk vardır. Yani, aynı halk değil, bir Kıbrıs halkı değil. Bir Kıbrıs Türk Halkı vardır, bir de Kıbrıs Rum Halkı vardır ve o yeşil hat 1963’te çekilirken, o yeşil hattı çeken İngiliz general, Kıbrıs Türk Toplumunu, Kıbrıs Rum Toplumumun tecavüzünden korumak için bu hattı çekmiştir. Eğer, aradan geçen zaman zarfında, Avrupa’da olduğu gibi,düşmanlıklar ortadan kalksaydı, bağnazlıklar ortadan kalksaydı, bugüne kadar Kıbrıs’ta yeşil hat diye bir şey kalmazdı; ama, maalesef, Kıbrıs Rum tarafının tutumu, bugün hala bu hattın korunması zorunluluğunu göstermektedir.

Bakınız, Kıbrıs’ta bir müzakere süreci var; Ağustos 1989’da başlayan bir müzakere süreci. İki tarafı var: Bir Kıbrıs Rum tarafı, bir Kıbrıs Türk tarafı. Bu müzakerelerin amacı, üzerinde, parametrelerinden anlaşma olan bir ortak devlet kurmaktadır. Yani, iki toplumun, çatışı altında yaşayacakları bir ortak devletin, bir federal devletin esaslarını belirlemektir. Şimdi, iki ayrı halkın temsilcileri, eşit statü altında ortak bir devlet kurabilmek için müzakere yürütürken, her ikisinden de beklenen asgari sorumluluk, bu doğrudan müzakerelerle bir sonuca ulaşılmasını engelleyecek hareketlerden kaçınılmasıdır, dürüstlüktür, samimi olmaktır.

Kıbrıs Rum tarafının bazı Batı ülkelerinde çok beğenilen, bize de, çok esnek ve çok güleç yüzlü diye takdim edilen yeni liderinin, bu müzakere süreci içerisinde izlediği tutum ise, bundan tamamen farklıdır. Yani, Sayın Vasiliu, bir yanda Sayın Denktaş’la ortak bir devletin kuruluş müzakerelerini yürütürken, öbür tarafta, daha sonra o devletin çatışı altında beraber yaşayacağı toplum aleyhine bir uluslar arası kampanya yürütmektedir, bütün uluslar arası kuruluşlarda tek yanlı kararlar çıkarmak peşindedir; Türkiye’den başka bütün ülkelerce, Kıbrıs’ın tek meşru temsilcisi tanınmak imtiyazından yararlanarak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin temsil edilmediği bütün uluslar arası kuruluşlardan tek yanıl kararlar çıkarmak peşindedir, daha da kötüsü, Kıbrıs’ta yoğun bir silahlanma faaliyeti içerisindedir.

Sayın milletvekilleri, Kıbrıs Rum yönetiminin Kıbrıs’ta yürüttüğü silahlanma faaliyetleri, eğer Kıbrıs’ın tamamını ele geçirmeye yönelikse, bu ölüde kesif bir silahlanma faaliyeti gereksizdir; ama, eğer böyle bir durum zuhurunda, yani Kıbrıs’ın kuzeyine yapılacak yeni bir tecavüz zuhurunda, Türkiye’nin, kendisine tanınan hakları kullanarak, yeniden duruma müdahale etmesini önlemeye matufsa, o zaman da yetersizdir. Onun için, bu silahlanma faaliyetlerinin mantığını anlamak ve daha da önemlisi, bunu, bu müzakere süreciyle bağdaştırmak mümkün değildir.

Biz, Kıbrıs Rum yönetiminin, gerek uluslar arası platformda yürüttüğü propaganda faaliyetleriyle, gerekse Ada’da yürüttüğü aşırı silahlanma faaliyetleriyle, bu müzakere sürecinin geleceği konusunda iyimser olabilme imkanından mahrum olduğumuzu, sürekli olarak, muhataplarımıza ifade ediyoruz.

Sayın Denktaş’ın, toplumlararası müzakerelerin devam edebilmesi için, Kıbrıs Rum yönetimi lideriyle üzerinde görüşmeyi arzuladığı ortak deklârasyonda yer alan hususların, bu müzakere sürecinin olumlu sonuçlanması için büyük önem taşıdığı görüşündeyiz.

Kıbrıs konusunda, sonuç olarak, altını çizerek ifade etmek istediğim husus şudur: Kıbrıs’ta bir çözüm, ancak iki toplum arasında yürütülecek doğrudan müzakerelerle mümkündür. Bu çözüm ancak iki tarafın da rıza göstereceği, kabul edebileceği bir çözüm olacaktır. Binaenaleyh, meselenin Kıbrıs’ın dışında, üçüncü ülkeler nezdinde ve o ülkelerin Kıbrıs Türk tarafına veya Türkiye’ye yapabilecekleri baskılara bağlı olarak sonuçlanacağını ummak gerçekçi bir tutum olamaz; eğer gerçekçi olsaydı, şimdiye kadar Kıbrıs meselesi çözülmüş olurdu. Kıbrıs’ta müzakereler 1968’den beri, yani 22 senedir sürüyor. 22 sene boyunca yapılan hatalardan Kıbrıs Rum tarafının ders çıkarmamış olması, Kıbrıs’ta bugün içine düşülen güçlüklerin en temel sebebidir.

Sayın Başkan ne kadar sürem kaldı acaba?

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) - Sayın milletvekilleri, geriye kalan 10 dakikamı, aslında, doğu Avrupa’da yaşanmakta olan hızlı gelişmelere ve bu gelişmelerin Türkiye üzerindeki etkileri konusuna ayırmak isterdim; ama, bu gelişmeler o kadar geniş kapsamlı ve o kadar hızlıdır ki, 10 dakikaya sığdırılması mümkün değildir. O kadar hızlıdır ki... Bakınız, sabahleyin biz bu müzakerelere başladığımız zaman Romanya’da Çavuşesku rejimi vardı; fakat şu anda Çavuşesku gitmiştir. (ANAP sıralarından alkışlar) Yani, bir gün zarfında, bir ülkenin kaderi değişmiştir.

Şimdi, Doğu Avrupa’da yaşanan değişim sürecini ve bu değişim sürecinden bizim, kendimiz için çıkarabileceğimiz sonuçları, almamız gereken tedbirleri, izlememiz gereken politikaları; aslında bu bütçe görüşmesinin dar sınırları içinde değil, belki daha genel ve özel görüşmenin imkanları içinde değerlendirmemiz gerekir.

Bir hususa burada kısaca cevap vermek istiyorum; Türkiye’nin, Doğu Avrupa’daki gelişmeleri yeterince yakında izlemediği iddiası doğru değildir. Hatta diyebilirim ki, bu değişmeleri en yakından izleyen ülkelerden birisi biziz.

Geçtiğimiz hafta, bu demokratik reformları belli bir düzeye eriştirmiş ve ekonomik bir yapısal değişimi amaçlayan iki Doğu Avrupa ülkesine (Polonya ve Macaristan’a) Batı ülkelerinin yapacakları yardımın belirlendiği ve koordinasyonunun görüşüldüğü bir toplantıya katıldım. Macaristan ve Polonya’ya ekonomik yardım sağlayan 24 ülkenin içinde bir tanesi de biziz. (ANAP sıralarından alkışlar) Biz, bu ülkelere sağlanan ekonomik yardımın her kalemine katılan, ender ülkelerden biriyiz. (ANAP sıralarından alkışlar) Polonya’ya 1 milyon dolarlık gıda yardımı taahhüt ettik; yine Polonya’ya 750 bin dolarlık ve 2 milyar zılotilik mali hibe yardımı taahhüt ettik. Macaristan’a 250 bin dolarlık hibe yardımı taahhüt ettik.

Daha çok işletme ve ekonomi dallarında olmak üzere, Türk üniversitelerinde toplam 153 adet burs imkanı sağladık.

Her iki ülkeye de 100’er milyon dolarlık ihracat kredi sağladık.

Nihayet, doğu Avrupa’ya yönelik olarak kurulacak Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankasının da kurucu ortağı olmayı taahhüt ettik. Yani, Türkiye’nin ekonomik açıdan bu ülkelerdeki gelişmeleri izlemede yeterince aktif olmadığı doğru değildir. Önümüzdeki ay başında iş adamlarımızın da dahil olacakları bir ekonomik heyeti bu iki ülkeye göndereceğiz.

Sovyetler Birliği ile ilişkilerimiz, burada sayın muhalefet sözcülerinin de teslim ettikleri gibi son derece tatminkar bir düzeyde gelişmektedir. Sene sonu itibariyle dış ticaret rakamımız, zannediyorum 1 milyar 100 milyon dolara ulaşabilecektir. Sovyetler Birliğine daha önce tanıdığımız 350 milyon dolarlık krediye ilaveten, müteahhitlerimizin yararlanacakları 300 milyon dolarlık bir kredi sağlamayı planlıyoruz. Doğalgaz anlaşmasının ikili ticaretimize önemli ölçüde ivme kazandırdığı bir gerçektir; ama bu anlaşmanın daha çok işlerlik kazanacağı dönem, önümüzdeki dönem olacaktır. Onun için, iki üç sene içerisinde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki dış ticaretin 4 milyar dolara varabileceğine ilişkin tahminler ütopik değildir ve Sovyetler birliğinin, Türkiye’nin bir numaralı ticari partneri olma ihtimali düşük değildir.

Son olarak, Bulgaristan ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Plan ve Bütçe Komisyonunda da ifade ettim, Bulgaristan, şu anda çok önemli bir süreç yaşamaktadır. Bulgaristan’da yeni bir yönetim işbaşına gelmiştir. Toplum hayatının bütün kesimlerini kapsayacak çok önemli bir süreç yaşamaktadır. Bulgaristan ile ilişkilerimizin 1985 yılından beri devamlı gerileyen bir seyir izlediği doğrudur. Bugün ilişkilerimiz hala en düşük düzeyde seyretmektedir. Bunun sebebi tektir; Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımıza eski yönetimin reva gördüğü insanlık dışı muameledir. Bulgaristan’da asimilasyon politikası 1984’te başlamamıştır; 1984’te, ta 1950’lerde başlayan asimilasyon politikasının son halkası tamamlanmaya çalışılmıştır. “Türkiye’nin 1984’te isim değiştirme kampanyasının yürürlüğe sokulması suretiyle bu asimilasyonun sonuçlandırılmasına yönelik politika karşısında yeterince aktif tepki göstermediği” iddiası, doğru değildir; bunun insafla bağdaşması mümkün değildir. Türkiye, 1985 yılından beri dünyanın hiçbir uluslar arası forumunun bu meseleyi göz ardı etmesine imkan vermeyecek şekilde yoğun bir uluslararası kampanya yürütmüştür. Türkiye, 1985’ten beri bütün ikili siyasi ilişkilerinde, bütün uluslar arası kampanya yürütmüştür. Türkiye, 1985’ten beri bütün ikili siyasi ilişkilerinde, bütün uluslar arası forumlarda bu davanın takipçisi olmuştur. Eğer Türkiye, 1985’ten beri bu meseleyi bu kadar yoğun biçimde uluslar arası forumlara taşımasaydı, hem Batılı ülkeler, hem de İslam ülkeleri nezdinde bu meselinin takipçisi olmasaydı, bugün, Bulgaristan’da Türk azınlık diye bir varlık olmazdı. Ama, eğer zamanında, bu asimilasyonun diğer tedbirleri uygulandığı zaman, Türkiye yeterince aktif davranmış olsaydı, belki 1984 yılında Bulgaristan bu son kampanyaya cesaret edemeyecekti.

Sayın milletvekilleri, asimilasyonun başarısızlığa uğramasının belli başlı 4 sebebi vardır. Birincisi, asimilasyon politikasının tamamlanmasından sonra Bulgarların hesap edemedikleri bir unsur, Sovyetler Birliğinde Gorbaçov yönetiminin iktidara gelmesidir. Çünkü, onun beraberinde getirdiği perestroika ve glasnost rüzgarları bütün Doğu Avrupa’yı olduğu gibi, elbette ki Bulgaristan’ı etkilemiştir. Ama, kabul ediniz ki-nitekim Sovyetler Birliği yönetimi dahi reddetmemektedir- ne perestroikada ne de glasnostta etnik azınlıklara baskı uygulanması, onların asimile edilmesi diye bir husus yoktur. Nitekim, biz bu meseleyi Paris’teki AGİK İnsani Boyut toplantısına götürdüğümüz zaman, ne Sovyetler Birliği ne de Bulgaristan’ın diğer müttefikleri, bu konuda Bulgaristan’ı savunmaya cesaret edememişlerdir.

Asimilasyon politikasını başarısızlığa sürükleyen ikinci önemli sebep şudur; 1985 yılından sonra Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı sürecinin (AGİK sürecinin) birdenbire kapsam ve sürat kazanmış olmasıdır. Bu tarihten beri, özellikle bu sene başında Viyana’da imzalanan kapanış belgesinden beri, artık bu sürece dahil ülkelerin –35 Avrupa ülkesi- insan haklarını kendi iç meseleleri olarak ileri sürmeye hakları yoktur. Herhangi bir ülkedeki bir ansan hakkı ihlali, o sürece dahil –ilgili olsun veya olmasın- başka herhangi bir ülke tarafından takip edilebilmektedir.

Nitekim, 15 kadar ülke, Bulgaristan’daki Türk azınlığına karşı uygulanan baskı politikası konusunda, Bulgaristan’a karşı bu sürecin mekanizmalarını harekete geçirmişlerdir, bir anlamda ondan hesap sormuşlardır.

Üçüncü önemli faktör, Bulgaristan’daki Türk azınlığının bu asimilasyon politikası karşısında ezilmek bir yana, bilinçlenmiş olmasıdır. Bulgaristan’da bir azınlık bilincinin, bu baskı karşısında harekete geçmesi ve Bulgaristan’ı büyük bir istikrarsızlığa sürüklemiş olmasıdır.

Müsaadenizle, dördüncü sebep olarak, Bulgaristan’ın beklentilerinin tam tersine veyahut da Bulgaristan’ın, daha önceki yönetimlerle olan tecrübelerinden farklı olarak, Türk Hükümetinin bu meselenin üstüne gitmiş olmasını gösterebiliriz. (ANAP sıralarından alkışlar)

Sayın milletvekilleri, eğer biz her türlü çifte standardı, her türlü isteksizliği ve gönülsüzlüğü göze alarak, bu meseleyi, ilgili olsun olmasın, bütün forumlara taşımayıp, yurt içindeki bütün ilgili makamlarımızın katıldığı bir koordinasyon çalışmasını olabildiğince etkin biçimde yürütmeseydik ne bugün Bulgaristan’da Türk varlığı vardı, ne Bulgaristan’da böyle bir mesele vardı. Bugüne kadar o asimilasyon politikasının başarıya ulaşmasını engelleyen bütün bu söylediğim faktörleri biz harekete geçirdik. Yani, biz meseleyi kovalamasaydık ne Batı alemi, ne Doğu alemi, ne İslam alemi, bu meselede Bulgaristan’ın karşısına dikilmezlerdi; eğer, biz kovalamasaydık, o ulusal azınlık, direnme gücünü kendisinde bulamazdı.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – Hay hay efendim, tamamlıyorum.

Meseleye bir de şöyle bakınız: Sadece iç politika gözüyle değil, bir başka gözlükle bakınız. O gözlükle baktığınız zaman şunu göreceksiniz. Eski yönetimle bir ölüm kalım mücadelesi yapıyorsunuz. Eski yönetim dediğim zaman, bir tek adamı kastediyorum, o da Jivkov’dur. Bu adamın arkasında kamuoyu yoktur; bu adamın arkasında hesap vereceği meclis yoktur; bu adamı denetleyecek hiç kimse yoktur; ülkenin tek hakimidir, onunla satranç oynuyorsunuz siz demokratik bir ülkesiniz; sizin muhalefetiniz var, sizin basınınız var, siz, kamuoyunuza her gün hesap vermek zorundasınız. Ama, oynadığınız satrançta, bu adam, kural tanımıyor; onun filleri düz gidebiliyor, piyonları çapraz gidebiliyor.

Bütün bunlara karşı, her şeyi en optimal şekilde yaptığımızı söylemiyorum; hatta yaptığımız da olmuştur; zamansız tepki gösterdiğimiz de olmuştur. Ama, müsaade edin, bugün Bulgaristan’ın başında Jivkov var gibi bu meseleye bakamazsınız; bakarsanız komik olursunuz. Bulgaristan’a bugün yeni bir yönetim geldi. O yeni yönetim, eski yönetimin bu ayıbını üstlenmek niyetinde değildir. Ben Kuveyt’te görüştüm; o zaman Jivkov vardı, onun Başbakan Yardımcısıyla görüştüm. Orada yeterince kuvvetli değil; ama iyimser işaretler aldım.

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Devamla) – O iyimser işaretlere güvendiğim içindir ki, bu teması devam ettirmeye karar verdik. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

Şimdi önümüzde yeni bir buluşmamız var. O buluşmanın ertesinde, tekrar gelip, size bilgi vereceğim.

Yeni Bulgar yönetimine, bu kürsüden şunu iletmek istiyorum: Biz, Bulgar yönetimine bu meseleyi, eski Bulgar yönetiminin sebep olduğu, ama yeni yönetiminin paylaşmak istemediğini umduğumuz bu meseleyi çözmesi için, her türlü anlayışı ve sabrı göstermeye hazırız. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) Bulgaristan’ın ne kadar köklü, ne kadar büyük bir değişimden geçtiğinin bilincindeyiz. Bulgaristan, bizim yine iyi ilişkilerimizi canlandırmak istediğimiz bir yakın komşumuzdur,; biz, Bulgaristan’la dost olmak istiyoruz. Bu meselenin önündeki tek pürüz, Bulgaristan’da yaşayan Türk azınlığının sorunudur. O pürüz oldukça, Bulgaristan’la olan ilişkilerimiz düzeltmemiz mümkün değildir. Biz, bu meselenin bugünden yarına çözümlenmesinde bazı güçlükler olduğunun da bilincindeyiz. Bazı yasal değişiklikleri gerçekleştirmeleri gerektiğini biliyoruz. Bunun için de beklemeye hazırı; ama, bunu için, bize, ocak ayında yapacağımız buluşmada, bu beklememizi haklı kılacak, bu sabrımızı haklı kılacak yeterince kuvvetli mesajları vermemiz lazımdır. Aksi takdirde, bugünkü düzeyinde kalırsa, Bulgaristan’la ikili ilişkilerimizin gelişmesi mümkün değildir ve bu durum, her iki ülkenin de kazancına değil, zararına olacaktır.

Yüce Meclise saygılar sunarım. (ANAP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar)

DIŞİŞLERİ BAKANI A. MESUT YILMAZ (Rize) – Müsaade ederseniz, kısaca cevap vereceğim.

Panama’daki gelişmeleri yakından izliyoruz. Aslında, Panama’da bugün karmaşık bir durum sözkonusudur. Amerikalı müttefiklerimiz de bize, bu konuda, sürekli bilgi vermektedir. Şu anda,bir değerlendirme yapmak için bütün unsurların mevcut olduğuna inanmıyoruz. Ümidimiz, bu olayın uluslar arası yumuşuma sürecini olumsuz etkilemeyeceğidir.

İkinci soruya ilişkin olarak şunu söylemek istiyorum: Konuşmamda da ifade ettim; Bulgaristan konusunda izlediğimiz politikanın, sonuçları ve hedefleri itibariyle doğru olduğuna inanıyorum; ancak, ayını sonucun belki daha düşük maliyetle elde edilebileceği konusunda bazı düşünceler olabilir, bunlar tartışmaya açıktır; ama, genel hedefi ve vardığı sonuç itibariyle isabetli olduğunu kanıtlamış bir politika olduğuna inanıyorum.

Üçüncü olarak: Sayın Genelkurmay Başkanının görüşlerini değerlendirmek bana düşmez; ama, isterseniz kendi görüşümü ifade edebilirim. Türkiye’nin AKKUM sürecine katılan 23 ülke içerisinde, özel konumu sebebiyle, ordusunun modernizasyon ihtiyacı sebebiyle, bu sürece taraf olmayan ülkelerle ortak sınırları bulunması nedeniyle, çok kısa vadede, silahsızlanma veya olası bir silah indirim anlaşmasından yeterince fayda sağlayamayacağına inanıyorum. Bu konudaki görüşlere katılıyorum; ancak, olayların temposu karşısında, daha uzun vadeli projeksiyonlar yapmanın, görüş bildirmenin şu anda fazla bir değer ifade etmeyeceğine inanıyorum.

Teşekkür ederim.